26.AVRASYA EKONOMİ ZİRVESİ İstanbul'da yapıldı.
26.Avrasya Ekonomi Zirvesi Sitesi Henüz Tasarım halindedir
26.Avrasya Ekonomi Zirvesi Birleşmiş Milletler Sevgi ve Barış Federasyonu’nun (FOWPAL) Deprem Felaketi münasebetiyle hazırladığı saygı performansı gösterisi ile çalışmalarına başladı.
Açılış’a 44 ülke’den Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Milletvekili, Din Önderi, Diplomat, İşinsanı ve Sivil Toplum Kuruluşu’nun Başkanları katıldı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’ne mesaj gönderdi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mesajını İstanbul Milletvekili ve Marmara Grubu Vakfı Avrasya Ekonomi Zirveleri Genel Koordinatörü Şamil Ayrım okudu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan: "Girişimcilerimizden hem iş yerlerine, fabrikalarına, ekmek teknelerine sahip çıkmalarını hem de ellerindeki tüm imkânları depremzedelerimiz için seferber etmelerini bekliyoruz."
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Marmara Grubu Vakfınca 26'ncısı düzenlenen Avrasya Ekonomi Zirvesi'ne mesaj gönderdi. Cumhurbaşkan Erdoğan'ın mesajı AK Parti İstanbul Milletvekili ve Marmara Grubu Vakfı Avrasya Ekonomi Zirveleri Genel Koordinatörü Şamil Ayrım tarafından okundu.
Mesajında, zirvenin hayırlara vesile olmasını dileyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Ülkemizin ve gönül coğrafyamızın dört bir yanından zirveye teşrif eden tüm kardeşlerimize hoş geldiniz diyorum." değerlendirmesini yaptı.
Cumhurbaşkan Erdoğan, zirvenin, millet olarak insanlık tarihinin en büyük afetlerinden biriyle sarsıldığımız bir dönemde gerçekleştiğini dile getirerek şöyle devam etti:
"6 Şubat'ta Kahramanmaraş merkezli yaşanan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremler 11 ilimizi, 14 milyon insanımızı doğrudan etkiledi. 48 bini aşkın vatandaşımızın hayatını kaybettiği bu depremlerde ülkemiz ekonomisi çok ciddi yara aldı. Depremin ilk anından itibaren başlattığımız seferberliği iş dünyamızın destekleriyle de farklı alanlarda devam ettiriyoruz."
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yıl içerisinde altyapısı ve üstyapısıyla yıkılan tüm şehirleri yeniden ayağa kaldırmayı hedeflediklerini vurguladı. Bu süreçte devletin ilgili kurumlarının yanı sıra iş dünyasına da çok önemli görevler ve sorumluluklar düştüğüne işaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları kaydetti:
"Girişimcilerimizden hem iş yerlerine, fabrikalarına, ekmek teknelerine sahip çıkmalarını hem de ellerindeki tüm imkânları depremzedelerimiz için seferber etmelerini bekliyoruz. Devlet ve millet olarak el ele vererek bu ağır imtihanın üstesinden alnımızın akıyla geleceğimize inanıyorum. Türkiye'nin istihdamına, ihracatına, kalkınmasına ve üretimine sağladığınız katkılar için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Zirvenizin başarılı geçmesini temenni ediyorum."
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’ne mesaj gönderdi
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in mesajını Azerbaycan Enerji Bakanı Parviz Şahbazov okudu.
Avrasya Ekonomi Zirvesini Dr. Akkan Suver Medya’ya değerlendirdi
İki Büyük Etkinliği Deprem Felaketi yüzünden gerçekleştiremedik.
AVRASYA EKONOMİ ZİRVELERİ KUPASI KOŞUSUNU ANADOLU PRENSESİ KAZANDI
Dr. Akkan Suver'le 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi'ni konuştuk.
-Bir Zirve'yi daha arkanızda bıraktınız. Bir kaç paragrafla özetlemek isterseniz neler söylemek istersiniz?
Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında. Bu yüz yılın 26 yılında Avrasya Ekonomi Zirveleri var. Bu yüz yılın 38 yılında Marmara Grubu Vakfı var.
Bu sürdürülebilir olmağa muhteşem bir örnektir.Özellikle de, mütevazi bir sivil toplum kuruluşu için söz konusu yıllar hiç de kolay geçmemiştir.
Kolay geçmeyen bu yıllar içinde Marmara Grubu Vakfı’nın vizyoner, stratejik ve bilinçli tercihlerinin önemi büyüktür. Çaplıdır.
Kalın bir çizgiyle geride bıraktığımız yıllara baktığımızda mütevazi sivil toplum kuruluşumuzda Cumhurbaşkanı olarak Turgut Özal'ı, Süleyman Demirel'i, Abdullah Gül'ü, Recep Tayyip Erdoğan'ı ayrı ayrı misafir ettik.Misafir edemediğimiz Ahmet Necdet Sezer ise gerek makamında gerekse de kabullerinde bizlerden ilgisini esirgemedi. Zirvelerimizi de mesajlarıyla onurlandırdı.
Başbakanlarımız Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Tansu Çiller, Bülent Ecevit, Binali Yıldırım dönemlerinde bizleri şereflendirdiler.
Dolayısıyla bir sivil toplum kuruluşu olarak gördüğümüz bu müzaheret her türlü takdirin ve övgünün üzerindedir. Bu da bizlere büyük bir sorumluluk yüklemiş bulunmaktadır. Bunun bilincindeyiz.
Gene Marmara Grubu Vakfı ve Avrasya Ekonomi Zirveleri uluslararası bir kuruluş ve etkinlik olarak dünyada kabul görmektedir. Aralarında Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal Konseyi'nin ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Parlamenterler Asamblesi’nin de bulunduğu 28 uluslararası saygın kuruluşla Marmara Grubu Vakfı'nın işbirliği bulunmaktadır. Böyle bir işbirliği bir sivil toplum kuruluşuna nasip olduysa, bu bir başarıdır. Ükemiz için de sivil toplum alanında bir kazanımıdır. Bu da bizlere bir sosyal sorumluluk yüklemektedir. Zirvelerin başarısı da sosyal sorumluluğa bağlılığımızın işaretidir. Başarımızın bir diğer önemli yanı da vefa duygusudur.
-Bu seneki Zirve'de iki bağımsız oturum yaptınız.Bu oturumlardan birinde Türkiye Cumhuriyeti'ni, diğerinde ise Haydar Aliyev'i gündeme getirdiniz. Burada vermek istediğiniz mesajı özetler misiniz?
Marmara Grubu Vakfı ve Avrasya Ekonomi Zirveleri olarak taşıdığımız sorumluluğun icaplarını her zaman yerine getirmeği görev addetmekteyiz. Böyle düşündüğümüz için idrak ettiğimiz Cumhuriyetimizin 100. yılını uluslararası bir etkinlik olan 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi'nde özel bir oturumla değerlendirdik. Bunu ben ve arkadaşlarım bugünlerimizi borçlu olduğumuz Cumhuriyeti'mize karşı yerine getirilmesi gereken bir görev olarak telakki ettik. Toplantımızda ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı 44 ülkeden teşrif eden yüksek misafirlerimize müstesna bir konuşma yaparak Türkiye Cumhuriyeti'nin dünden bugüne intikalini özetledi. Bir diğer konuşmacımız ise Makedonya'nın önceki Cumhurbaşkanı Tarih Profesörü Gjorge İvanov'du. O da Balkanlı aydınların Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki önemini ortaya koyan bir sunum yaptı. Azerbaycan'da Atatürk Merkezi Başkanı, Milletvekili ve tarih profesörü Nizami Caferov da, Atatürk'ün Cumhuriyetin oluşumundaki emsalsiz rolünü anlattı. Bu üç değerli ilim adamının düşüncelerini sergiledikleri oturumda, ülkemizi şereflendiren misafirlerimize Türkiye Cumhuriyeti'nin yüksek başarısını yansıttık.
-Haydar Aliyev'e özel bir önem atfettiniz. Azerbaycan'ın rahmetli Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev için gerçekleştirdiğiniz oturum hakkında da bilgi verir misiniz?
Sözlerimin başında arz ettim. Vefa; Marmara Grubu Vakfı'nın ve Avrasya Ekonomi Zirveleri'nin dünden bugüne intikalindeki en yüksek vasfıdır. Hakkımızda söylenen vefa değerlendirmesini, bu yüksek vasfı ben ve arkadaşlarım, gerçekte sosyal sorumluluğumuzun icabı olarak telakki ettiğimizden, 26.Avrasya Ekonomi Zirvesi'nde Haydar Aliyev'i de andık. Zira Azerbaycan'ın Milli Lideri Haydar Aliyev, Avrasya Ekonomi Zirveleri'nin oluşumunda pay ve hak sahiplerindendi. 1998 yılında Birinci Zirve'yi tertiplemeğe ilk adımı attığımızda üç önemli şahsiyet bize inanmış ve destek olmuştu.Bunlar Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev ve Bulgaristan Cumhurbaşkanı Zhelyu Zhelev'di. Merhum Aliyev yaşasaydı bu yıl 100 yaşında olacaktı.Onu anmağı görev bildik. .Bu görevi Haydar Aliyev'i sağlığında tanımak şerefine eren dört şahsiyetin konuşması ile yerine getirdik.Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de lütfetti, oturumumuza mesajıyla katıldı. Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in mesajını Azerbaycan Enerji Bakanı Parviz Şahbazov okudu. Azerbaycan'da Atatürk Merkezi Başkanı ve Milletvekili Nizami Caferov Haydar Aliyev'in Azerbaycan tarihindeki yerini ortaya koydu. Kendisiyle Sovyetler Birliği döneminde Politbüro'da birlikte çalışan daha sonra Moldova Cumhurbaşkanı olan Petru Lucinschi Aliyev'in liderliği konusunda örnekler verdi. Önceki Meclis Başkanlarımızdan Hikmet Çetin ise Haydar Aliyev'in Türkiye ile münasebetleri konusunda bir tebliğ sundu.Milletvekili Şamil Ayrım ise genç milletvekilliği döneminde Türkiye Azerbaycan Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığına ait hatıralarını misafirlerle paylaştı.Gerçekleştirdiğimiz bu müstesna oturumla, vefa kelimesini hak ettiğimizi, katılımcıların ağzından duymak, bana ve arkadaşlarıma Zirve'de yaşadığımız yorgunluğumuzu unutturdu.
-Son olarak Avrasya Ekonomi Zirveleri’nin 26 yılını nasıl özetlemek istersiniz?
Avrasya Ekonomi Zirveleri yirmialtı yaşını devirdiyse, bunda barışa ve diyaloğa verdiği önemin rolü vardır. Farklı toplulukların farklı kültürlerin, farklı inanışların saygı içinde ortak duygu ve düşüncelerini birarada kabulü vardır.
Bu nedenle bizler Avrupa Birliği’ne her zaman bir barış projesi olarak baktık. Gene bu nedenle bizler Kuşak ve Yol projesini çağın barış projesi olarak kabullendik.
Avrasya Ekonomi Zirveleri Kuşak ve Yol projelerini yalnız bir ekonomik entegrasyon olarak görmemekte, Avrupa’dan Asya’ya ulaşacak bir kültür, bir işbirliği kısacası bir diyalog köprüsü olarak değerlendirmekteyiz.
Nasıl Avrupa Birliği ülkeleri barış içindeyseler, Kuşak ve Yol’a inanan ve o felsefenin oluşumunda yer alan ülkeler de barışa, refaha birlikte ulaşacaklardır. Marmara Grubu Vakfı’nın Avrasya Ekonomi Zirveleri bir barış hareketidir.
Marmara Grubu Vakfı barış yolunun diyalogtan geçtiğine de inanmaktadır. Bunun için de dünden bugüne ortaya koyduğu bütün çalışmalarını diyalogla özdeşleştirmiştir.
-----------------------------------------------------------
26. Avrasya Ekonomi Zirvesi çalışmalarına Dr. Akkan Suver’in Açış konuşmasıyla başladı.
Yüksek teşriflerinizle onur vererek oluşturduğunuz 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin yaşadığımız büyük deprem felaketine rağmen çalışmalarını başlatmanın heyecanı ve sorumluluğu içinde hepinize hoş geldiniz diyorum.
Bizler Marmara Grubu Vakfı olarak, 1999 yılında 2. Avrasya Ekonomi Zirvesi’ni, o günlerde geçirdiğimiz depremden bir ay sonra gerçekleştirmiştik.
Gene geride bıraktığımız yıllarda yaşadığımız Kovid – 19 salgınında da, ara vermeden hibrit ortamda Zirvelerimizi yapmıştık.
Bunu sürdürebilir olmanın ve sorumluluğun bir gereği olarak değerlendirdiğimizden dolayı bugün burada bir aradayız.
Türkiye’nin yaşadığı büyük felaketi elbirliği ile sarmanın ve ortadan kaldırmanın azmi ve sorumluluğu içindeyiz.
Bu zor günlerimizde bizi yalnız bırakmadınız. Sizlere minnettarız.
Avrasya Ekonomi Zirveleri olarak bu yıl 26. Yılımızı idrak ediyoruz. Ülkemiz, Türkiye Cumhuriyeti ise 100. Yılını kutluyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık tarihini biraz sonra ünlü tarihçimiz, İlber Ortaylı’nın ve tanınmış Akademisyen Gjorge Ivanov ile Azerbaycan’da Atatürk Merkezi Başkanı Prof. Dr. Nizami Caferov’un konuşmalarıyla dinleyeceğiz.
Büyük Atatürk’ün muhteşem rehberliğinde oluşan Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılında Kemal Atatürk’ü ve onun arkadaşlarını minnet ve şükranla anarak sözlerime başlamak istiyorum.
Gene bu yıl Avrasya Ekonomi Zirveleri’nin oluşumunda büyük payı ve hissesi bulunan, Azerbaycan Kurucu Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in de 100. doğum gününü yaşamaktayız.
Onu da gene bugün tertipleyeceğimiz özel bir oturumda arkadaşlarını dinleyerek anacağız.
Bu vesileyle bize hür ve bağımsız bir ülke bırakan, Büyük Atatürk’ü ve Avrasya Ekonomi Zirveleri’nin oluşumunda hissesi ve payı olan Haydar Aliyev’i minnet ve şükranla anarak sözlerime başlamak istiyorum.
Marmara Grubu Vakfı’nın, Avrasya Ekonomi Zirveleri bir entelektüel platformdur. Bu platform hürdür.
26 yıldır, Asya’nın, Avrupa’nın, Afrika’nın zaman zaman da Amerika’nın ünlü düşünür, devlet insanı, akademisyen, iş insanı ve önemli din adamlarını bir araya getiren Avrasya Ekonomi Zirveleri hem ticareti geliştirmek, hem de daha yüksek yaşam standartına yönelik en iyi koşulları yaratmanın peşindedir. Piyasaların serbestleştirilmesi konusuna da büyük önem veren Avrasya Ekonomi Zirveleri bu yıl gerçekleştireceği oturumlarda kriz ortamında bulunduğumuz bugünlerde fikir alışverişinin önemini vurgulayacaktır.
Hemen belirtmekte yarar görüyorum. Avrasya Ekonomi Zirveleri bir zenginler kulübü değildir. Avrasya Ekonomi Zirveleri sadece güçlülerin, parası olanların katılabildiği bir platform da değildir. Aksine;
Avrasya Ekonomi Zirveleri bir düşüncesi olanın, üretken bir değere sahip olanın oluşturduğu bir platformdur. Söyleyecek sözü olanın burada yeri vardır.
Tertiplenmekte olan nice uluslararası forumlara halkların güncel realitesinden uzak, bir avuç akademisyenin, sözde kanaat önderinin, ve gene sözde sivil toplum temsilcisinin katıldığını görüyoruz.
Bölünmüş bir dünyada işbirliği sloganıyla adı, sanı ünlü forumlarda açık ve demokrat oldukları izlenimleri vermeye çalışan zenginlerin, gelir dağılımındaki bozukluğa bir çare bulacaklarını sanmıyorum. Eşitsizliğin varolduğu bir coğrafyada çağdaş anlamda adalet de, hukuk da, demokrasi de olamaz.
Onun için Avrasya Ekonomi Zirveleri’nin gerçek bir hür ve bir entelektüel platform olduğunu, bir serbest kürsü olduğunu bir defa daha söylemek isterim.
Böyle olduğu için mütevazi imkanlarla gerçekleşen Avrasya Ekonomi Zirveleri yirmialtı yıldır dünyada kabul görmekte ve saygın bir yere sahip bulunmaktadır.
Fikir alışverişine bir başka deyişle diyaloğa ihtiyacımız olduğunu vurgulamak isterim. İnsanlık geleceğini ilgilendiren sorulara cevap arıyor. Küreselleşme ne getirecek? Serbest piyasa ekonomisi neye dönüşmekte? Avrupa Rusya’ya, Rusya Avrupa’ya karşı nasıl güven duyacak? Bu sorular cevap beklemekte.
26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nde bu sorulara cevaplar arayacağız.
Eşitsizlik, çağımızın en büyük meselesi haline geldi. Sorun her ülkede aynı düzeyde yaşanmasa da küresel bir çözüm gerektiriyor.Dünya Bankası verilerine göre; dünya nüfusunun yüzde biri, dünya servetinin yüzde otuzsekizine sahip. Dolayısıyla bu gelir adaletsizliğiyle, serbest girişim, demokrasi, sermaye birikimi var olamaz. Artan öfke ve siyasi aşırılıkçıların güçlenmesi, bu sürdürülemez zeminden besleniyor. Öfkeyi dindirmek demokrasiyi ve serbest piyasa ekonomisini kurtarabilmek bakımından hayati önem taşıyor.
Burada küreselleşme, insana saygı ve barış içinde yaşanacak bir gezegeni oluşturmanın yollarını aramakla sorumlu olduğumuza inanıyorum.
Üç yıl önce yaşadığımız pandemi ile başlayan beraber yaşamaya olan ihtiyacımızın yeni bir örneğini de geçen ay ülkemizde yaşadık. Geçen ay ülkemizde gerçekleşen deprem yalnız başına çözülecek bir sorun olmadığını, hepimizin bu günlerin üstesinden gelebilmek için var gücümüzle çalışmamız gerektiğini bizlere göstermiş bulunmaktadır.
Bu da bize gezegenimizin küresel birlikteliğe ve barışa olan ihtiyacını ortaya koymaktadır.
Bir yılda Ukrayna – Rusya ihtilafında oluşan zarar, ziyan ve can kaybının üç belki de daha fazlasını toplam iki dakika süren bir depremle yaşadık.
Oluşan bu durumun üstesinden ancak küresel bir birliktelikle gelebileceğimizi anlamış bulunmaktayız.
Büyük acıları, büyük kayıpları çözebilmemiz için her yönüyle birlikteliğe, beraberliğe ihtiyacımız bulunmaktadır.
Bu ihtiyaç ise ancak diyalog, diyalog ve yine diyalog ile çözülebilir.
Diyalog konusuna Marmara Grubu Vakfı olarak verdiğimiz yüksek değerin önemli bir değer ölçüsü de “Kuşak ve Yol” projesidir.
Kuşak ve Yol’u yalnız bir ekonomik koridor olarak düşünmek yanlış olur.
Çin’den Avrupa’ya uzanan bir ekonomik, sosyal, kültürel bir entegrasyon birlikteliği olan Kuşak ve Yol Projesi bana göre bir barış hareketidir.
Bu barış hareketinin hayata geçirilmesine bugün her zamandan daha çok ihtiyacımız bulunmaktadır.
Bu duygularla yüksek heyetinizi selamlıyor ve 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin çalışmalarını başlatıyorum.
Hoş Geldiniz, Sefa Getirdiniz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 100 YAŞINDA
Prof. Dr. İlber Ortaylı
Sayın Başkanımız, Çok değerli Başkanlarımız,
Kırbıs Cumhurbaskanımız Ersin Tatar Beyefendi, Azerbaycan Cumhurbaşkanı temsilcisi Sayın Parviz Şahbazov ve Kongre’yi şereflendiren Büyükelçilerimiz, Bakanlarımız, Türk Dünyası’nın değerli Akademisyenleri ve dinleyecilerimiz, bu toplantıda bu açılış konuşmasının bana lütfedilmesi büyük bir şereftir. Belirli bir zaman içersinde belli noktalara değinmeyi bir görev biliyorum.
Bana verilen başlık Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihidir. Yani bir yüzyılın muhasebesidir.
Bu yüzyılın muhasebesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi değişimi kadar her şeyden önce bulunduğu dünyanın içinde ele almak durumundayız.
Çünkü Türkiye Birinci Büyük Harp’taki önemli kuvvetlerden ve faktörlerden biriydi. Bu onun çok uzun süreli imparatorluğunun yıkımı ve yeni bir Cumhuriyet’in kuruluşu ile sona erdi. İmparatorulukların yıkılışı ve yeni idarelerin teşekkülü sadece bizim tarihimize has bir şey değildir. Avusturya - Macaristan yıkıldı orta Avrupa’da istikrarsız bir şekilde kurulan başka devlet çıktı.
Kaderleri bize çok benzeyen Macaristan Türkiye serüvenini yaşayan bir Trianon Anlaşmasıyla yeni mutsuz bir döneme girdi bu kalıntıların sonu gelmiyor Versay Antaşmaları ve Paris’te yapılan bir dizi savaş ve bitimi ve sözde savaşı bitiren ama aslında ebedi olarak barışa kazma vuran (bu tabir benim değildir artık enternasyonel bir karardır). Anlaşmalarla yeni bir istikrarsız dünya doğdu. Bu istikarsız dünyanın içerisinde Türkiye Cumhuriyeti ve diğer Türk Devletleri ve Türk Halkları ne durumda olacak? Bu yaşanan tarih daha henüz sonuca varmadı. Ve ortaya çıkan kompozisyon bizim için hem umut verici hem de bazı endişeleri içinde barındıran bir yapıdır.
Şunu iyimserlikle ifade etmek istiyorum. İktisadi kalkınma ve “Menajeral Revolution” dediğimiz iş idaresinde sevk ve idaredeki kalifikisayon ve mühendislik ve tıp alanındakı gelismeler bakımından bizim dünyamız umut verıcıdır. Ama cevresel krız, iklim krizi demin de açılışta vurgulandığı gibi, gelir dağılımındaki eşitsizlikler bakımından bu dünyanın dışında kalmamız mümkün değildir.
Şunu teessüfle beyan etmek zorundayız, yazılı tarihine sahip olduğumuz bir dünya, Firavunlar Devrin’den beri hiçbir çağda bu derece adaletsiz bir iktisadi yapıya sahip olmamıştır. Firavunların lüksünü söz konusu bile ettirmeyecek bir zenginlik, bir iktidar, Firavunlar Devri’nin iktidarın kültürüne anlayışına, manevi değerlerine, adalet anlayışına sahip olamayan dar bir zümrenin elindedir. Asıl tehlike buradadır.
Yüzde bir, maalesef mazideki Roma İmparatorluğu’nun Firavunlar dünyasının, İran İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu’nun düzenindeki akla sahip değildir.
15.-17.-18. Yüzyılın Fransa’sı, Avusturya İmparatorluğu ve hatta Britanya İmparatorluğu’nun, bugünkü dünyadan çok daha aklı başında. Adil olmasa bile kendi içinde rasyonelitesi bir düzeni temsil etmektedir. Bugünkü dünyada iktidar kimlerin nasıl kullanacağı, ne şekilde götüreceği belli değildir. Bu ortamda bizim bir yüzyılı değerlendirmemiz gerekiyor. 1918’de Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak, memlelekti işgal eden İtilaf Devletlerini buradan kovalamak Enver Paşa’nın İslamcı Turan İmparatorluğu’ndan çok daha fazla hayalperest bir fikir gibi görülebilirdi ama bu hayali besleyen zihninde saklayan planlarını yapan dahinin etrafında oluşan kadrolar Türk tarıhinin ölümüdür.
Eğer bir anda yeniden milli mücadeleye devam edebildiysek ve bir anda yeniden devlet düzenimizi toparlayıp bu mücadeleyi yürütüp bir İmparatorluğun idaresinin sona erdiği yeni bir Cumhuriyet kurabiliyorsak bunda hiç şüphesiz ki tarihimizin verdiği doneler ve sınıflar ön planda oynanmaktadır.
Eğer bu Cumhuriyet yeni bir külterel yapılanmada, yeni bir modernizasyonla tarihi yola yürümeye devam ediyorsa hiç şüphesiz ki bundaki büyük payın içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel yapısı kadar etrafımızdaki Türk halklarının modernleşmesinin ve modernleşmenin çıkarttığı felsefenin ve kültürel devrimin de çok büyük payı vardı.
Şunu bilmek zorundayız, Ankara’da opera kuruluyor, İran Şah’ı geliyor, bu olay aşağı yukarı 90 yıl evvel. Özsoy Operası, İran Şah’ı geldiği vakit, burada bir opera, Türk operası librettesi ve bestesiyle ortaya çıkmış. Muhammed Rıza Şah geri döndükten sonra Tahran da operayı teşkil ettiriyor. Türkiye’de de kuruluyor. Bu bir dönümdür. Çoğumuzun bilgi dağarcığımızın dışında tuttuğu bu kültürel olay bir açık oturumda zikredildiği vakit. Yani bizim ilk opera muganniyelerimizden sopranolarımızdan Semiha Berksoy tarafından Köln televizyonununda aynı oturumda asrın büyük sosyologlarından, birden heyecana geldi ve dedıkı kol ve jiskar gibi herifler kendilierini ne zannedıyolar. Tercüme aynen böyle: “Türkiye çoktan köşeyi dönmüştür ve etrafında da böyle bir dünya vardır. Bunu anlamak zorundayız” - dedi. Bu bir rastgele politik bir görüş değildir. Modern Almanya’nın büyük Sosyolog’u, ama her şeyden evvel modern bilimlerin, sosyal bilimlerin Elen kabesi sayılacak Britanya’nın benimsediği bir önemli filozofun, ani görünse de bir tefekkür ürünü olan sözdür. Bunu bizim dünyamız için bir tasvir olarak saklamak zorundayız. Bu tasvirin etrafında olumlu ve olumsuz bakışlarımızla zamanımızı değerlendirmemiz gerekir.
1919’da bütün dünya gibi sebepleri bugün de ahmakça olarak değerlendirilen bir büyük *** bitti. Bu Harp tarihte görülmeyen bir sosyal olaydı. Kendisinden evvelki bir küçük prova sayılacak Amerikan iç Harpı’nı bilemeyen, entellektüeller ve askeri uzmanların bunda büyük payı vardı. Zannettiler ki ekim - eylül ayları içinde başladıkları savaş, Noel’de bitecek ve muzaffer olarak evlerine dönecekler. Muzaffer Noel hiçbir zaman gelmedi. 4 yıl sonra geldiğinde de bir pirüs zaferiydi.
Milletlerin sosyal düzeni altüst olmuştu. 4 yıl evvelinden eski dünya diye bahsediliyordu. Ve bitap insanların gözünde “Gute outwert gute altesahgt ” eski güzel zamanlar diye anılıyordu. Eskiliği bizim içinde iyi hiçbir zaman değildi. Ama maalesef o günkü şartlar altında her şey iyi görünüyordu. Bugünde benzer bir durum var. Dünyada köleliğin kalktığını söylemek hukuki vesikalara bakarsanız normaldir ve doğrudur. Ama acaba kalkmış mıdır? Organ mafyasının küçük çocuklara musallat olduğu, genç kızların iş pazarında hayatlarını hiçbir şekilde teminat altında bulamadı. Büyük kitlelerin açlığa mahkum olduğu ve hayatların emin ellerde olmadığı bir dünyada, kölelik düzeni kalktığından nasıl söz edebiliriz? Bu son derecede enteresan bir şey. Bu güvensiz dünyanın ortasında biz etrafımızdaki Avrasya ülkeleri olarak korkunç Ukrayna - Rus Savaşı’nı ve Orta Asya’nın sınırlarında cereyan eden rejimlere rağmen, belki daha da sığ bir bölgedeyiz. Bu savaşın tahribatının dışında bulunuyoruz. Ümit ediyorum ki, bu böyle daha iyi olacak ve bunda geçmişimiz vardır.
1919’da bütün dünyanın münevver kadroları Harplerde erimişti. İktisadi yapı gerilemişti, kırsal yapı sanıldığından daha da fakir durumdaydı. Büyük Fransa’nın %55’i köylüydü ve buna çiftçi diyemiyorum. Sıkıntılar içinde yaşayan köylülerdi. Yani bir Farmery olmaktan çok Peasant’dı. 1939-40’ta büyük Harp’a girerken de durum aynıydı. Alman işçi sınıfı Harptan önceki güvenini, umudunu da kaybetmişti. Orta sınıfların güvensizliğidir ki asıl narsist besleyen olaydı.
İktidarı kullanamayan güvensiz Rusya yıkılmıştı, gelen iktidar bir kalkınmayı sağlıyordu. Yeni bir değişimi getiriyordu. Ama bu değişim ve kalkınma hiç şüphesiz 20. yüzyılın dünyasının, hümanizmin istediği ölçü ve çizgide devam etmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti kısa zamanda ziraattaki gerilemeyi telafi etti ve birinci Harp öncesi şartlarından daha iyi duruma geldi. Bu açıktır. Bir sürü ülke bunu temin edememişti. Sağlık problemleri bakımından 1934’te Hitler Almanyası’ndan kaçarak bize sığınan pediatrist doktor ve sağlık bakanımız Refik Saydam’ın büyük adamın talimatıyla yaptığı taramadan netice açıkça ortadadır. Beklenenin üstünde bazı neticeler çıkmıştı. Bazı problemler devam etmekteydi. Türkiye sosyal tıp alanında yeni Sosyalist Avusturya’nın ve cumhuriyetci Fransa’nın sağlık sistemini tatbik etmiş, önleyici tıp tedbirleri ile halk sağlığına adım atmıştır. Lakin Türkiye henüz o taşı Köy yapısı içindeydi.
Eğitim reformları bakımından birinci harp bittiği zaman, büyük devletler içinde Rusya’nın %90 ahalisi parlak edebiyata, ilme ve yetişkin, seçkin gruplara rağmen henüz köylülük içinde olduğu, okuma yazma bilmediği bir gerçekti. Hiç şüphesiz ki Türk İmparatorluğu’nun da Cumhuriyet’e devrettiği kalıntı buna benziyordu. Bu işin halli için, har devrimine gidildi.
Harf devrimi yeni Türkiye’nin ve idareci kadronun hatta bazılarının belirttiği gibi, Mustafa KemalPaşa’nın aklına gelen bir çare değildi. Onun kökleri Türk dünyasında çoktan beri tartışılmaktadır. Bazı yolları beraber yürüdüğümüz neticesine beraber katlandığımız, sıkıntıların yanında meyvesini de beraber devşirdiğimiz açıktır. Türk tiyatrosunun ve Türk operasının, Türk harf devriminin mucidi Kafkas Azerbaycan’dır. Mirza Fetali Ahundov’un artık 200. yılına yaklaşmakta olduğumuz harf devrimi projesinin ve bunu İstanbul’da makam-ı saltanata ve encümen-i nanesi bilimsel akademi grubuna tayininin aşağı yukarı yüzüncü yılına gelîyoruz. Bu latin hafleri projesi büyük bir infial ile karşılanmış veya küçümsenmiş değildir. İmkansızlığı tartışılmıştır ama ünlü maarifçiye ve kültür adamına da Mecidiye nişanı verilerek, memleketine geri dönüştür.
Kafkasya’nın yanında, Tiflis ve Bakü’nün ötesinde, Selanik ve bir tarafta Halep bir tarafta İzmir kültür merkezleri de imparatorluğun bütün hakları ordaydı. Bulgaristan’ın ilk Bulgarca gazetesi İzmir’de çıkmıştı. İstanbul yeni Bulgar kültürünün merkeziydi. Bu kilisenin de bağımsızlığı, Ortodoks kilisesinden otosefali alması hareketinin de başlangıcını sağlamıştır. Selanik Avrupa ile Asya sınrında bir bağlantı yeriydi. Orada imparatorluğun münevverler sivil ve asker olsun bir arada yaşamışlardı. Okumaktan çok tartışmayı bir arada yapabiliyorlardı. Bu ortam Balkanlar’da uzun bir süre çıkmadı. Sadece Türkler değil diğer etnik millletlerin de aynı kazan içinde kaynadığı maalesef çağdaş tarihimizdeki gecikmeler dolayısıyla henüz öğrenilmektedir. Bunun üzerinde ısrarla durmamız lazım. Birinci Harp’ın bitiminde, endüsrtileşmede, tıp biliminde, mühendislikte mirası devam ettirdik. En sıkıntısını çektiğimiz olay, şark ve garbın bir bünyede birleştiren entellektüellerimizin ortadan kaybolması. Uzun süren Birinci Dünya Savaş’ı, Türkiye halk, Türkiye halkı, önemli ölçüde münevver kadrolarımızın eksilmesine neden olmuştu. Üstüne Sovyetler Birliği’ndeki Stalin’in rejim döneminde belki sanayide, belki sağlık sisteminde ve bazı alanlarda önemli kademeler katledilmesine rağmen, milli entelektüel sınıfının silindiği bir gerçekti. Bu bir ölçüde Rusya’nın da uğradığı bir felaketti. Ama asıl felakete bizim insanlarımız uğradılar. Bütün bunların telafi edilmesi zaman alacaktır. Büyük başarılara adımlamalara rağmen, hala bunun sıkıntısını çektiğimiz açıktır.
İktisadi sistemimizin düzelmesi, gelişmesi, menarjerlk reformlarını yapmamıza, gözalıcı gelişmelere rağmen bu eksiklikleri hissediyoruz. Azerbacan’ın münevverleri çok kısa zamanda enternasyonal dil olarak Rusça’nın bir yanında İngilizc’yi geliştirler. Türkiye ve dünyayla ilişkileri arttı. Bakü’nün sokaklarında artık dünyanın her yerinden iş gruplarına rastlıyoruz ve dünyanın her yerinde de Azerbaycanlı genç adamların iş götürdüğünü görüyorsunuz. Bu maslahatın bu şekilde göşyaşta edilmesi bizim için umut verici gelişmelerdir. Ama şunu da söylemek lazım Türk Dünyası hala kaynapına gitmeyi arıyor. Bızım 19. asırdaki kozmopolit şahsiyetli kültür dünyamıza erişmek bizim hedefimiz olmalıdır.
Bir iktisadi kongrede bundan laf etmemiz görülebilir. Ama unutmayalım ikisat ön planda emeğin arttığı nitelik, nitelikli emeğin sevk ve yönetimin işidir o sevk ve yönetimi yapan insanlar nasıl olacak bunu düsünmeliyiz.
1923’te İzmr’de müterakeden, savaştan, Lozan’dan sonra hemen toplanan 100. Yıl iktisat kongresinin bu sene 100. Yılını kutlayacağız. O kongrede iktisadi hal, iktisadi tebdiler kadar tartışılan bir mesele de çok enetersandır. Harf devrimiydi, kültürel yapıydı. O zamanın insanları bunu böyle tespit ediyorlarsa, hatta harf devrimini tartışanlara karşı, Azerbaycan’da bu işin yapılmadığı ve zor gittiği tartışılıyor ise bir umumi bilinç var idi. Bu bilinci bugün burada da gösermek zorundayız. Maslesef kültürel mirasımızda tarihimizden kültürel yapılanmamızdan çok uzakta kalıyoruz. Bunun modern hayata zorluklarıyla bağdaşamayacaksak, unutulacak bir konu olduğunu düşünüyoruz ki tamamiyle doğru değildir. Türkiye ikinci Harp’ın dışında kaldı. Bunu ustalıkla yaptı. Bir takım Balkan devletleri, Almanya ile ittıfakın kendilerine kaybettiklerini kazandıracağını düşündü. Hatta bir ara Yunanistan bile bu düşüncedeydi. Büyükelçimiz ünlü istiklal harbı komutanlarımızdan Hüsrev Gerede’nin hatıratında bunların hepsi vesikalıklarıyla teşvik edilmis, vesikaya dayanan bir hatırardır. Görülmektedır.
İsmet Paşa, bir takım yönleriyle dış politikada çok katı iç politikada çok amansız davranmış olabilir. Yeni Türkiye'nin yapısı bu Harp’ı anlamaya ve karşılamaya hazırlıklı değildi, maddi ve manevi tecrübesi yeterli değildi. Zaten bir modelde yoktur önünde. Fakat bir şey de İsmet İnönü'nün Reissiz Cumhur'un bir yönü çok kuvvetli idi. Almanları sevmiyordu ve güvenmiyordu. Türkiye Almanların karşısındadır. İsmet Paşa, ihtilaf Devletleri’nin de kendisine bir kazanç getirmeyeceğini düşündü, çok haklıydı.
Kahire Konferansı sırasında Churchill’e ustalıkla ama: “Burada güvenlik var mı? Nasıl sağlıyorsunuz?” diye bunu sordu. “Burada bu kadar uçak var yani bu kadar tank var, biz bu işi halledeceğiz, korunuyor? Ha öyle mi” dedi. “Bana verdiğiniz uçak sayısı bile buradan az ben bundan mı Almanlarla savaşacağım?” dedi. Bu çok enteresan bir şey yani Rodos ve 12 adaların Türkiye'ye Almanlar tarafından verileceğini ve bunu bizim reddettiğimiz efsane halinde dolaşıyor, o şekilde vereceklerdi ne kadar sağlamsa Almanların ittifak teklifi de o derecede dolandırıcılıktı. O zamanki devlet ricali bunu görecek bir tecrübeye sahipti. Çünkü bir imparatorluğun kalıntısını taşıyordu. Her zaman için görgülü insan inkılapçı bile olsa daha tedbirli olur. Devletin de inkılap yapanı arkadaki mazi ve kuvvetli ve derinse daha başka hareket eder Türkiye'nin yüzyıllık tarihinde bu tecrübeyi her zaman görmek mümkündür soğuk harbi netice havası içinde dahi bazı şeylerde çok fazla kapıldık ama bir şeyin üzerinde de durmayı bildik.
Gözümüzden kaçındığımız gerçekler var. Hiçbir zaman Amerika Birleşik Devletleri'nin hatta ana ülke olan İspanya'nın ve Britanya'nın antikuba politikasını takip etmedi Küba'yı her zaman tanıdık Küba'nın da burada her zaman Büyükelçiliği vardı. Son depremde gelen heyetlerin hepsine müteşekkiriz. Bu şükran duygularımız hiç şüphesiz ki kardeş cumhuriyetten gelen Azerbaycan başta olmak üzere siyasi diplomatik bir gerilim içinde olduğunuz Yunanistan ile devam etti.
Yunanistan Afet Bakanı daha ilk saatlerde büyükelçiliğimize yerleşmiş ve Harekatı, yani yardım harekatını oradan idare etmiştir. Bu güzel bir görüştür ikinci harfte kendimiz sıkıntı çektiğimiz halde, Atina’ya elimizden geldiği kadar tahıl yolladık ve asıl önemlisi sürgüne giden Atina hükümetinin arkasından biz de Kahire’ye gittik Büyükelçiliğimiz oraya taşındı Balkanlarda Savaş’ın elektriklendiği zaman da bile böyle yatıştırılması bir Cumhuriyeti tedbirdir. Genç Cumhuriyetleri yakışmayacak bir itidaldir. Bunun arkasındaki uzun diplomatik mirasımız rol oynuyor. Çok daha enteresan şeyler var biz bu hava içerisinde, NATO'ya girdik bizim için bir medeniyet değiştirme bir organizasyonu geliştirme örgütü gibi görüldü. Bunlar Naif duygular değildir ama nihai olamaz Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenliği NATO ile sağlanmıyor O bizim için hızlandırıcı bir olay oldu birtakım şeyleri daha iyi anlaşmamıza yardım etti. Fakat herhalde güvenliğimiz bunun ötesindedir 20. yüzyıldaki askeri harekat, yardımlaşmalar biraz size komşu ve kardeş Cumhuriyetlerimizle ittifakta. Şüphesiz ki, Türkiye'ye dış politikada zaman zaman dışına çıkmıştır. Şunu söylemek gerekiyor, iktisadi gelişmemiz ne bu partinin ne şu partinin eseridir 20 yılın 30 yılın eseri değildir iktisadi gelişmeleriniz uzun bir reforma dayanan, marifimizin bütün bölgeden beslenen İlim ve Sanat hayatımızın içinde bulunduğumuz, etnik camiayla olan ilişkilerimizin bir sonucudur. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Kafkasya'dan Azerbaycan'dan gelen sanatçıların bazı bilim adamları ve matematikçilerin, Yeni Cumhuriyetimize bu devirde bile katkısı görülmüştür. Bunların hiçbir zaman 1920'li 30'lu yıllardaki kültürel çabamıza, kalkınmamıza yaptıkları yardımdan aşağı kalmayacağını beyan etmek ve kalmadığını beyan etmek istiyoruz. Sağlık sorunlarında büyük aşamalar kaydettik. Mühendislikte aşamalar kaydettik. Son depremde kabahat mühendislerin değildir. Organizatörlerindir. Bunu burada bilinmesinde fayda açıktır. Mühendisliğin başarısı ayakta kalan binalarda en başta Mimar ve Mühendis Odaları binalarının deprem bölgesindeki bütün merkezlerde ayakta durmasından bellidir. Ama organizasyonumuzda sakatlıklar vardır. Bunu daha fazla yayılmadan halletmeliyiz demiyorum. Dünyada yeniden inşa edilen memleketlerde, Sovyetler Birliği'nde, Hatta Avrupa'da Türk mühendislik ve inşaat firmalarının başarısı açıkça ortadadır. Demek ki mesele dahilindeki organizasyonda, denetim meselesinde tertiplenmektedir.
Türkiye'nin sağlık alanındaki ilerlemelerinin çevremizdeki diğer ülkeler de bize komşu olanlar da aynen devam ettiğini görüyoruz. Bu bizim için sevindiricidir. Ve şuna ihanet ediyorum ki, bu yüzyılın içerisinde 30 yılı çıkartırsak 70 yıl ayrı kalmamız telafi edilmektedir. Bu telafinin gittikçe de artacağını düşünüyorum.
Mensubu olduğumuz blok herhalde ne Atlantik ötesidir ne de çok kutuba yakın bölgelerdir. Mensup olduğumuz bölgeler bizim iklimimiz tarih boyunca gezindiğimiz Topraklar ve oralardaki yerleşmelerimiz kurduğumuz devletler, siyasi ve kültürel geleneğimizdir bunu her halde her an düşündüğümüze hiç şüphe yoktur.
Hepinize derin saygılarını sunuyorum ve desteği başarılı çalışmalarımızın bu yılda ve gelecek yıllarda da devam etmesin dileyerek Vakıf’a teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Gjorge Ivanov
Değerli katılımcılar,
Marmara Grubu Vakfı'ndan değerli ev sahipleri,
26. Avrasya Ekonomi Zirvesi tarafından düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yıldönümüne hitap etmek üzere davet edilmek büyük bir onurdur.
Bir keresinde seçkin profesör İlber Ortaylı, "Cumhuriyetin kurucuları Balkanlardandır, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk Selanik'te, Başbakan Ali Fethi Okyar Prilep'te doğmuştur" diye yazmıştı. Sadece şunu da ekleyeyim: Her ikisi de eski Rumeli'den, yani tam olarak Osmanlı Makedonyası'ndan geliyor.
Makedonya'daki insanlar Atatürk adını duyduklarında, ilk akla gelen Kodžadžik (Kocacık), ailesinin menşe yeri, atalarının anıt evinin şu anda bulunduğu ve doğduğu yer, Selanik ve okula gittiği Bitola (Manastır) dır.
Ali Fethi Okyar'dan bahsedildiğinde ilk akla gelen doğum yeri olan Prilep, okula gittiği Bitola ve bugün Prilep yakınında Debreshtа'ta da adını taşıyan bir okul.
Mustafa Kemal Atatürk ile Ali Fethi Okyar arasındaki tanışma ve dostluk, daha okul günlerinde bugünkü Bitola denilen Monastir'deki Askerî İdadisi'nde (1894-1897) başlamış, Bitola ve İstanbul'daki eğitimleri boyunca devam etmiş, tüm yaşamları boyunca, yani Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümüne kadar (10 Kasım 1938) sürmüştür. İkili, dönemin Osmanlı İmparatorluğu'nun karşı karşıya olduğu sorunlar konusunda aynı görüşleri paylaştı. Bitola ve İstanbul'daki okul yıllarında, zorunlu edebiyat derslerinin yanı sıra, Fransız Aydınlanma liderleri Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Mirabeau, Robespierre, Türk şair Tevfik Fikret’in eserleri gibi yasaklanmış kitapları gizlice okudular ve ilham aldılar.
Mustafa Kemal, kozmopolit Selanik şehrinde kişisel öğretmeni Ali Fethi'den Fransızca öğrendi.
Gizli Genç Türkler örgütü "İttihad ve Terakki"de Atatürk ve Okyar, Talât Paşa, Enver Paşa ve Cemâl Paşa gibi örgütün mevcut liderlerinden farklı duruşlara sahip aynı nifaka mensuptu. Ali Fethi, Genç Türk Devrimi Bildirgesi'ni hazırladı ve bir süre Örgütün genel sekreterliğini yaptı.
Mustafa Kemal, 1908-1923 yılları arasında birçok sorumlu iş ve görevi yerine getirirken, Ali Fethi ile düzenli temas ve iletişimi sürdürdü. 1910 yılı boyunca, Ali Fethi Paris'e askeri ataşe olarak atanırken, her ikisi de Libya'nın Trablus kentinde İtalyanlara karşı yapılan savaşlarda aktif rol aldı.
Karşılıklı güven ve saygıları sonucunda, 1913'te, yani Balkan Savaşları'ndan (1912/13) hemen sonra ve Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından önce (1914/18) Ali Fethi büyükelçi ve Mustafa Kemal askeri ataşe olarak Sofyaya atandılar. Orada, Sofya'da yaşayan Makedon devrimcilerle, örneğin delege Dime Achkov, tarihçi Pancho Dorev, general Protugerov, Pavel Shatev ve diğerleriyle dostane ilişkiler kurdular. Mustafa Kemal, Makedon devrimcilere parasal yardım sağladı ve karşılığında İtilaf Devletleri'nin işgalci güçlerine karşı Türk Bağımsızlık Savaşı için Sofya'dan silah ve yiyecek gönderdiler.
Malta'ya İngilizler tarafından sürgününden döndükten sonra Ali Fethi Ankara'ya döndü ve ülkenin Avrupalı fatihlerden nihai kurtuluşunu amaçlayan askeri girişime katıldı. 1922'de, Atatürk'ün özel elçisi rolünde, Ali Fethi, Paris, Roma ve Londra'ya, yalnızca "zaman satın almak", yani Fransızları, İtalyanları ve özellikle İngilizleri sallamak, birkaç ay boyunca askeri operasyonlara (Yunanlara) katılmamalarını sağlamak için birkaç aylık gizli bir göreve gönderildi. Bu da Atatürk'ün ülkeyi yabancılardan, özellikle de Yunan fatihlerinden kesin olarak kurtarmak için son askeri operasyonları hazırlamasına izin verdi. Ali Fethi bu görevi son derece gizli bir şekilde olağanüstü bir başarıyla tamamladı.
1930 yazında, Cumhurbaşkanı Atatürk, o sırada beş yıldan fazla bir süredir Fransa'nın Paris kentinde Türk büyükelçisi olan Ali Fethi'ye, ilk muhalefetteki Liberal Cumhuriyet Partisi'ni (Serbest Cumhuriyet Fırkası) resmen kurması için oldukça önemli ve riskli bir görev verdi. Partinin kurulmasıyla birlikte yeni ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti çok partili bir sistemi uygulamaya koymuştur. Ancak bu başarısız girişim (parti, yetkililerin artan baskısı ve hoşgörüsüzlüğü nedeniyle 99 gün sonra Ali Fethi tarafından lağvedildi), Ali Fethi ile Cumhurbaşkanı Atatürk arasındaki ilişkilerin ve dostluğun soğumasının nedeniydi. İlişkilerinin bozulmasından üç yıl sonra, 1934'te Ali Fethi, Türkiye Cumhuriyeti'nin Londra büyükelçiliği görevine atandı.
Atatürk hastalığı, Ali Fethi'nin Londra'dan sık sık ve uzun süre devamsızlık yapmasına neden oldu. Atatürk'ün ölümünden birkaç ay sonra, 10 Kasım 1938'de, Ali Fethi Türkiye'ye döndü ve Meclis üyesi ve Adalet Bakanı olarak mevcut Hükümetin üyesi olarak aktif siyasi hayatına devam etti. 7 Mayıs 1943'te İstanbul Nişantaşı'ndaki evinde vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
İki Rumeli arasındaki dostluk ve yoğun işbirliği 44 yıl sürdü. Ali Fethi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en güvenilir ve en yakın dost ve ortaklarından biriydi. Atatürk, Ali Fethi'yi "büyük günlerin adamı" – "zor günlerin adamı" olarak nitelendirdi. "Tek aklın dostu" / “benzer düşünen kişi” anlamına gelen OKYAR soyadı, yeni kabul edilen Soyadı Kanunu'na uygun olarak 1935 yılında Kemal Atatürk tarafından bizzat verilmiştir.
Mustafa Kemal, Ali Fethi ve Makedonya arasındaki ilişki sadece coğrafi değildi. Makedonya sadece doğdukları yer değil, aynı zamanda görüşlerini, karakterlerini ve anlayışlarını şekillendiren alandır. Makedonya'daki Atatürk ve Okyar, bir arada yaşamanın ne kadar önemli olduğunu en doğrudan öğrenebildiler - başkalarını kabul etmek ve saygı duymak gibi Makedon değerlerini öğrendiler, bu yüzden ikisi de Makedon dilini çok iyi konuştular.
Çok sonraları, İmparatorluğun geleceğini ve o zamanlar hala Osmanlı boyunduruğu altında olan halkların kaderini yansıtan Atatürk, "Aralarında Makedonya ve Arnavutluk'un da bulunduğu Türk Devleti'nin sınırları dışında bırakılacak topraklara önce özerklik, daha sonra tam bağımsızlık verilmelidir" dedi. Bu vizyonu nihayet 8 Eylül 1991 referandumunda gerçekleşti, Makedon vatandaşları bağımsız, egemen ve özerk bir Makedonya Cumhuriyeti için akıllıca bir karar verdi.
Makedonya'da Atatürk, bugün bile büyük bir zevkle dinlediğimiz en güzel Makedon folklor şarkılarından birinde adı geçen ilk aşkı güzel Eleni Karinte ile tanıştı. Son merakı olan Vardar nehri de Makedonya'da.
Atatürk ve Okyar Paris, Londra veya Viyana'daki yüksek öğrenim okullarına gitmediler, ama Makedonya'da ilerici Avrupa idealleri aldılar. Batılı fikirleri bağlam dışında öğrenmediler. Değerlerin basit bir taklidini değil, tüm toplumsal ve siyasal alanlarda temel ve sistematik bir şekilde uygulanmasını istiyorlardı.
Daha sonra Makedonya'da, Selanik'te, Prilep'te ve Bitola'da öğrendiklerini, Türkiye'de uyguladılar. Bu nedenle, temel reformlar için modellerinin kaynağı, orada kaldıkları süre boyunca, entelijansiyanın ve aynı zamanda daha geniş nüfusun Batı Avrupa değerlerine maruz kaldığı gururlu konsüller kasabası olarak bilinen bir kasaba olan Bitola'dadır. Bitola, Avrupa'ya açılan bir pencereydi, ilerici fikirlerin İmparatorluğa girdiği bir alandı.
Sembolik olarak "à la Turka" olarak tasvir edilen oryantal değerlerin Avrupa modası, kültürü ve fikirleri tarafından bastırıldığı Bitola'dır. Belki de Bitola'da fesi silindir şapka ile değiştirme fikri ve Latin alfabesi ile Arap harfleri doğdu.
Ancak Bitola ve Makedonya'nın etkisinin tamamen stilistik unsurların ötesine geçtiğine inanıyorum. Basitçe söylemek gerekirse, "à la Franga" sadece bir giyinme, hareket etme veya konuşma şekli anlamına gelmiyordu. A la franga, her şeyden önce, Makedonya ve Osmanlı İmparatorluğu'nda Batılı düşünürlerin ve filozofların eserleriyle gelen Aydınlanma Çağı'nın fikirlerinin ve hatta ideallerinin kabulüydü. İçeri girdikleri pencere Bitola'ydı.
Hepiniz şu atasözünü duymuş olmalısınız “Bana ne okuduğunuzu söyleyin, ben de size kim olduğunuzu söyleyeyim”. Francois Mauriac buna şöyle ekledi: “Bana hangi kitapları yeniden okuduğunuzu söylerseniz sizi daha iyi tanırım”.
Tarih, birçok büyük insanın kitaplardan çıkardıkları fikirler sayesinde büyük olduklarına tanıklık eder. Büyük İskender'in Homeros'un İlyada adlı eserini okuduğunu ve Akhilleus’ta birçok çabası için ilhamını bulduğunu biliyoruz. Christopher Columbus'un en sevdiği kitap, büyüleyici seyahatlerini anlattığı Marco Polo'nun Anıları'ydı, Thomas Jefferson'u etkileyen kitaplardan biri ise John Locke'un Liberalizmin İncil'i - Hükümet Üzerine İki İnceleme idi.
Mustafa Kemal Atatürk ve Ali Fethi, asker olmalarına rağmen, çalışmalarını Moltke'nin askeri tarihi veya Napoléon'un arayışlarıyla sınırlamadılar. Hala Selanik'teyken, bulabildikleri tüm yasak edebiyatı birlikte incelediklerini biliyoruz. Voltaire, Russeau, Le Bon, aynı zamanda İngiliz teorisyenler Thomas Hobbes ve John Stewart Mill.
Charles de Montesquieu'nün Mustafa Kemal Atatürk'ün en sevdiği yazar olduğunu iddia edemem, ancak Romalıların Büyüklüğünün Nedenleri ve Düşüşleri Üzerine Düşünceler adlı kitabının bir örneğinin özel kütüphanesinde bulunabileceğini biliyorum. Bu eserde Kemal'in siyasi görüşlerinin ve reform çabaları fikirlerinin kaynağının bir kısmını tanıyabileceğimize inanıyorum.
Atatürk Osmanlı İmparatorluğu'nun sonunu işaret eden tarihi dramanın önce tanığı, daha sonra ana bireysel katılımcısıydı. Sürdürülemez bir imparatorluğun kusurlarını ve tehlikelerini çok iyi biliyordu. Montesquieu'nün şu sözleri muhtemelen doğrudan deneyimlerinin ve gözlemlerinin teyidiydi:
"Devletin büyüklüğü, özel servetlerin büyüklüğüne yol açtı. Ancak, zenginlik zenginlikten değil, görgü kurallarından oluştuğundan, sınır tanımayan Romalıların zenginliği, yaşamda sınırsız bir lüks ve bolluk üretti. Önce zenginlikleriyle yozlaşanlar, daha sonra yoksulluklarıyla yozlaştılar."
Atatürk'ün amacı ne tutarlı bir siyaset teorisi oluşturmaktı, ne de felsefi ya da ideolojik bir okulun sadık bir takipçisiydi. Ancak o, pragmatik bir düşünürdü.
Atatürk'ün fikirlerinin ve yansımalarının özünü ve kalbini içeren düşüncesi, dogmatik unsurlardan seçilmiş rasyonel bir dünya görüşünü temsil eder. Senkretik yaklaşımıyla, daha sonra Kemalizm olarak bilinen ve altı ilke üzerine kurulu olan şeyin çerçevesini kristalize etmiştir: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık.
Bir ülkenin gerçeklerinden kaynaklanan sorunlarla karşı karşıya kaldığında aklın ve bilimin liderliğini kabul eden bu modern görüş, Türk halkını geleceğe yönlendirmiş ve yönlendirmeye devam edecek bir görüştür.
Muhtemelen Montesquieu tarafından esinlenen Atatürk, daha 1907'de, Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarını değiştirmesi ve Türk halkının etnik sınırları olarak gördüğü yere çekilmesi ve böylece bir Türk ulusal devleti yaratması gerektiğine inanıyordu. Biyografi yazarlarından birinin, çağdaşının yazdığı gibi, Mustafa Kemal'in büyüklüğü, hem kişisel hem de ülkesinin sınırları hakkındaki bilgisine dayandığını söyledi.
Bu anlamda onun inancına göre, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarını kendisi değiştirirse, bu kendi yararına ve Türk halkının yararına olacaktır. Ve bunun aksine, sınırlar Avrupalı güçler ve komşu Balkan devletleri tarafından değiştirilirse, bu Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Türk halkının zararına olacaktır.
Büyük bir imparatorluğun sürdürülebilirliği konusunda iyimser olmasa da, yine de Atatürk, büyüklüğün kültürel ve manevi olması şartıyla, büyük halklara ve devletlere karşı bir nefreti yoktu. Bu yüzden şöyle dedi: Büyük bir halk, kendisini gerçekten anladıktan sonra daha da büyük olacaktır.
Cumhuriyetçilik ve Devletçilik
Atatürk, 1789 Fransız Devrimi'nin ilkelerini ve Cumhuriyetçiliğin fikirlerini idealize etti. Jean Jacques Rousseau'nun her meşru hükümetin cumhuriyetçi olduğu yönündeki tutumundan etkilendi: "Bu nedenle, yönetim şekli ne olursa olsun, yasalarla yönetilen her Devlete "Cumhuriyet" adını veriyorum: çünkü yalnızca böyle bir durumda kamu yararı yönetir ve res publica bir gerçeklik olarak yer alır. Her meşru hükümet cumhuriyetçidir; "
Montesquieu, devlet düzenini tartışırken bir noktada şöyle diyecektir: "Doğumun hükümette hiçbir rol vermediği cumhuriyetler bu bakımdan en mutlu olanlardır; çünkü insanlar, kendilerinin kendilerine bahşedecekleri ve zevklerine göre yeniden kurabilecekleri bir otoriteye daha az imrenirler. "
Böyle saf cumhuriyetçilik, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'ndan sonra gelecek olan yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde yerini alacaktır. Bu, sultanlığa dramatik bir son verecek, ama aynı zamanda ağalardan, dilenlerden, paşalardan oluşan ve zaman içinde talep ve beklentiler açısından çökmüş, merkezi hükümete itaatsiz ve İmparatorluk içindeki ast halklara karşı çok saldırgan olan miras kalan Osmanlı aristokrasisine de dramatik bir son verecektir.
Burada kilit soruya geliyoruz: Bir cumhuriyetin sürdürülebilir olması için neye ihtiyacı var? Atatürk, Montesquieu'nün fikirlerini modern Türkiye'de nasıl uyguladı?
Her şeyden önce, yeni bir başkent. Güçlü ve hayati Roma Cumhuriyeti, büyük genişlemeler ve fetihlerden, Konstantinopolis'in inşasından ve krallığın bölünmesinden önce, yalnızca bir şehirle ilişkiliydi - Roma. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci Roma ile bağlarını kesmesi ve kendisini yeni başkent Ankara ile ilişkilendirmesi gerekiyordu. Başka bir deyişle, Atatürk, devletin kendisini başkentle ilişkilendirmesi ve eski rejimle tüm bağlarını tamamen kesmesi için yeni devletin yeni bir başkente sahip olmasını istedi.
Dahası, Batı değerlerine göre tek bir alfabe ile standartlaştırılmış bir Türk dilinin tanıtılması - Latin alfabesi. Yeni yazı sistemine hakim olduktan sonra, Atatürk tüm ülkede konferanslar düzenledi; burada bir öğretmen olarak, elinde bir tebeşirle, tahtaya Türk alfabesinin yeni harflerini yazdı ve başkalarını da bunu yapmaya teşvik etti. Bunun iki nedeni var: Arap harfleriyle Arap ülkeleriyle ilgili olan önceki düzen ile bağları kesmek; ve Batı dünyasıyla daha yakın bir bağ kurmak.
Üçüncüsü – güçlü, merkezi ve laik bir ordu. Mustafa Kemal, Kraliyet Harp Okulu öğrencisi olarak, orduya güçlü bir rol verilmesinden yana olan Alman askeri teorisyen Colmar Von Der Goltz'un, subayların rolünün devleti militarize bir ulusta dönüştürmek olduğunu belirten fikirlerine maruz kaldı. Atatürk'ün kendisi, 1911'den 1912'ye kadar İtalyan-Türk savaşına katıldı ve Türkiye'nin Trablusgarp, Fizan ve Sirenayka vilayetlerini kaybetti. Türkiye'nin 1912'deki Birinci Balkan Savaşı'nda uğradığı yenilginin yanı sıra 1. Dünya Savaşı'ndaki yenilgiye de şahit oldu.
"Boğaz'ın Hasta Adamı"nın aynı anda askeri yenilgilere ve toprak çekilmelerine maruz kaldığı zamanların tanığı olarak Atatürk, sorunun bir kısmının ordunun kendisinde yattığını anladı. Belki de bu dersi akılda tutarak, Atatürk iyi eğitimli ve eşit derecede disiplinli orduyu devletin merkezine yerleştirdi.
Dördüncüsü, gerçekten egemen ve laik bir cumhuriyetin koşulu olarak sultanlığın ve halifeliğin kaldırılması. Şeriatın kaldırılması ve yeni yasaların getirilmesi. Çünkü iyi ve yeterli yasalar arasında, devletin imparatorluk haline gelmesini sağlamak için oluşturulan yasalar ile imparatorluğu korumak için uyarlanan yasalar arasında büyük bir fark vardır.
Egemenlik ve Laiklik
Şimdi kilit bir terime geldik - egemenlik. Fransız Devrimi'nin ideallerinin peşinde Atatürk, Sivas Kongresi ile Türk halkının egemenliği yeniden kendi ellerine alacağına inanıyordu. Türkiye'nin çağdaş bir ulus haline gelmesinin tek yolunun, bölünmemiş, ancak ulusal egemenliği yansıtacak tek bir otoritede yoğunlaşmış, güç birliğine sahip bir siyasi sistemden geçtiğine inanıyordu. Bu nedenle, Büyük Millet Meclisi yasama, yürütme ve yargıyı kontrol eden bir organ olarak ortaya çıktı. Büyük Meclis'in seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak Atatürk, ülkede temel reformları uygulamak için gerekli olan muazzam bir güç kazandı. Ama egemenlik tam olarak nedir?
Devam etmek için, Montesquieu'den ayrılmamız ve Jean Bodin'in İngiliz Milletler Topluluğu Üzerine Altı Kitabı'nın basıldığı 1576'da bir buçuk yüzyıl öncesine gitmemiz gerekecek.
Mustafa Kemal'in Bodin'in İngiliz Milletler Topluluğu'nu okuyup okumadığını bilmiyoruz, ancak pratikte dindarı devleten ayıran laik bir devlet modelini uyguladığını biliyoruz.
Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk de aynı modeli önce sultanlık ve halifeliği ayırarak, sonra da bunların kaldırılmasıyla uygulayacaktır. Ancak bunu yapmadan önce, halifeliği siyasi gücünden mahrum bıraktı.
1 Kasım 1922'de Büyük Millet Meclisi saltanatı kaldırdı ve 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'ni ilan etti. VI. Mehmed olarak da bilinen son Sultan Vahdettin sürgünde kaldı ve ilk kuzeni Abdul Mejid tüm inananların halifesi ilan edildi.
Saltanatın kaldırılması, iki paralel sistemin, iki hükümetin sonu anlamına gelmiyordu. Bir yandan yeni cumhuriyetin siyasi sistemi ve laik hükümeti, diğer yandan Halife II. Abdülmecid liderliğindeki İslami hükümet kaldı.
Halife, siyasi meselelere karışmamak için yazılı olarak kendisini zorlamış olsa da, Atatürk, Halife'nin egemenliği hükümeti altına alma arzusu nedeniyle endişeliydi. Halifenin kendi hazinesinin yanı sıra askeri personel de, Atatürk'ün dini ve hatta daha az siyasi gerekçesi olduğuna inandığı bir şey, dahil olmak üzere kendi hizmetlerine sahip olduğunu biliyoruz. Bu, Ulusal Kurtuluş mücadelesi sırasında yaşadığı deneyimler ve kendisine ve takipçilerine karşı telaffuz edilen fetva nedeniyle daha da vurgulandı. Aynı zamanda, Halife, sultanların iç ve dış politika açısından eylemlerini takip edebildi, yani yabancı temsilcileri kabul etmek ve onlara cevap vermek, resmi törenlere ve kutlamalara katılmak, böylece en azından resmi olarak, gerçek egemenliği engelleyen ikili sistemi koruyabildi.
Bütün bu nedenlerden dolayı Kemal Atatürk, Büyük Meclis'in Halifeliğin yetkilerini devralması için bir girişimde bulunmuştur. 1 Mart 1924'te Atatürk'ün şöyle dediği yer orasıydı: "İslam ancak siyasi bir araç olmaktan çıkarsa yükselecektir."
Atatürk, egemenliğin bölünmez ve devredilemez olduğunu söyleyen Rousseau'nun doğruluğuna kesinlikle ikna olmuştu. Bir Halifeliğin Cumhuriyet ilkeleri ve halk egemenliği ile bağdaşmaz olduğunun altını çizerek, kaldırılmasını talep etti.
Atatürk, 3 Mart 1924'te yaptığı konuşmada, "Cumhuriyetin sağlam temelleri olmalı, iyi yapılmış, bilimsel bir yapı olmalıdır... Devlet ve din birbirinden ayrılmalıdır. Cumhuriyet nihayet laik bir devlet haline gelmelidir." Aynı gün, Halifelik resmen kaldırıldı ve bu da eğitimden başlayarak, alfabe aracılığıyla, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde laikliğin temel direklerinden biri olarak Dini konular bölümünün kurulmasına kadar devlet ve dini konuların tamamen ayrılmasının yolunu açtı.
Böylece Atatürk, cumhuriyetçi rejimin laik karakterini oluşturmaya başladı. Şeriat hukukunun yerini almak için Avrupa'dan uzmanlar davet etti ve neredeyse tamamen Alman ticaretini, İtalyan ceza ve İsviçre medeni kanunlarını kabul etti. Bu, genel yasal yapıyı değiştirdi. 1930'a gelindiğinde, din hukuk sisteminden tamamen çıktı. Yedi yıl sonra, laiklik, Anayasa'ya Cumhuriyetin merkezi bir direği olarak sıkı sıkıya dahil edildi.
Ancak Atatürk, sultanlığın ve halifeliğin kaldırılmasıyla yetinmedi. Fikirleri kadınların kurtuluşu alanında yayıldı. Bir keresinde Atatürk şöyle demişti: "Tam eşitlik olacak. Erkeğin sahip olduğu tüm haklara sahip olacak. Kadınlarımızın kendi özgürlüklerine hakları var ve bu hakkı kazandılar. Milletin yarısına sosyal hayatı inkâr etmek mümkün değildir." İsviçre kanunundan ilkelerin getirilmesiyle, aile statüsünde ve mülkiyet haklarında devrim yarattı ve kadınların konumunu radikal bir şekilde geliştirdi. Kocalarının mülkü yerine, kadınlar kişi ve özgür vatandaş oldular.
Önemli reformlar, köklü geleneklerin bazılarının terk edilmesiyle devam etti. Bitola'dan, konsoloslardan hatıraları yanında taşıyan Atatürk'ün çabası, önce yönetimde, sonra da genel olarak toplumda geleneksel fesi bir kenara bırakmaktı. Ünlü panama şapkasıyla dolaşırken, her yerde bu bakışların reform sürecinin ve Batı değerlerinin kabulünün bir parçası olduğunu gösterdi.
Sonuç
Bodin'in Avrupa'daki siyasi sistemle ilgili savunduğu şey, üç buçuk yüzyıl sonra Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti için yapıldı – dini ve devleti ayrılması ile aynı zamanda dini yönetimin kaldırılması yoluyla egemenliğe ulaşmak.
Tüm siyasi dokuyu parçaladı, monarşiyi cumhuriyete dönüştürdü, imparatorluğu tek bir bölgeye indirgedi, dini devleti laik bir cumhuriyete dönüştürdü, sultanı devirdi, halifeyi kovdu ve Osmanlı İmparatorluğu ile tüm bağları reddetti. Modern çağın en büyük kültürel, politik ve sosyo-ekonomik dönüşümlerinden birini yaptı. Türkiye ulusal laik bir devlet olarak böyle doğdu.
Makedonya bütün bunların neresinde? Makedonya, Atatürk'ün tüm bu değerleri öğrendiği pencereydi; karakterini, dünyaya bakışını şekillendiren mekândı; daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açan fikirlerin büyümesine yardımcı olan yer.
Kim bilir, belki de ünlü düşüncesini dile getirirken Makedonya'yı hatırladı: "Ülkede barış, dünyada barış." Makedonya her zaman birçok büyük oğul ve kızın doğum yeri olmuştur. Bunlardan biri de şüphesiz Atatürk'tür.
Prof. Dr. Nizami Caferov
Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılını büyük bir coşkuyla kutlarken, Türk etnosunun, Türk toplumunun ve Türk milletinin birkaç yüz yıllık şanlı tarihini aklımızdan geçiriyoruz. Tüm Türk dünyasının ilk dayanıklı cumhuriyeti olan Türkiye Cumhuriyeti, Türk etnosunun bir cumhuriyet yaratma yeteneğini tüm dünyaya gösterdi ve 19. yüzyılın başından itibaren bu alandaki potansiyelini ortaya koydu.
19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nu ziyaret eden Avrupalı gazeteciler, siyasetçiler ve hatta devlet adamları, Osmanlı İmparatorluğu'nun son derece demokratik bir yönetim altında olduğunu söylemişlerdir. "Osmanlı Devleti'nde her kesin, hatta Türklerde bile tüm haklar saklıdır" sözü boşuna değildir. Bence, Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük demokrasi tarihini göz ardı etmek, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında bu tarihe "hastalık" yüklemek doğru değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nun "çöküş" tarihine "ideolojik" değil de siyasi açıdan yaklaşılırsa, bu, cumhuriyetin doğuşundan önceki bir "çöküş"tür. Rus İmparatorluğu da çöktü, ancak bu çöküş bir cumhuriyet kurma misyonunu üstlenmedi, bir imparatorluk - "sosyalist imparatorluk" olarak kaldı. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun emperyalist kimliğinin reddedilmesiyle gerçek bir cumhuriyet olarak ortaya çıktı ve Lenin'in kurduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çöktüğünde veya dağıldığında, Türkiye Cumhuriyeti öncelikle o Birlikten kopan cumhuriyetler sayesinde yeni bir gelişim sürecine girmesi de onun gerçek bir cumhuriyet ideali üzerine kurulmuş olmasındandır.
Doğru, Türkiye'den önce Azerbaycan halkı da kendi cumhuriyetini - Azerbaycan Cumhuriyeti'ni yarattı ve iki yıl (1918-1920) varlığını sürdürdü. Ancak böyle bir devleti koruma arzusu o zamanlar siyasi bir mecaz, bir dilek, bir istekti. Tarih, Osmanlı Devleti'nden kopan Türk ruhunun kendisini yeni bir siyasi teşkilatlanma şeklinde ifade ettiğini ispatlamıştır. Ama tarihin bu lütfu için Türk ruhundan doğmuş bir lidere, Atatürk'e de ihtiyaç vardı. Hem de sadece Türk ruhundan değil, Cumhuriyet ruhundan da.
Benden önce konuşan sayın İlber Ortaylı hocamızın Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında Enver Paşa olmanın Atatürk olmaktan hem daha kolay, hem de daha anlaşılır olduğu konusunda fikrine tamamen katılıyorum. Ve tabi o da,milletini severdi... Ama bir cumhuriyetçi olarak değil, bir emperyalist olarak, bir Türk emperyalist olarak severdi ve bu kanaatt Osmanlıcılık gibi çoktan tarihe kalmıştır.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyet tarihinde her ne kadar inkılâplarla tanınsa da, bu yönde büyük kahramanlıklar yapsa da, Türkiye Cumhuriyeti tarihe onun eseri olarak geçse de, kendisinin de defalarca söylediği gibi, cumhuriyetin asıl kurucusu tarihi yüz yıllarla ölçülen Türk halkı ve bin yıllarla ölçülen Türk etnosudur.
Atatürk, tüm Türk dünyasını lideri olduğu milletin organik bir parçası olarak görmüştür. Azerbaycan örneğinde Türk dünyasına karşı tavrını açıkça gösteren bir fıkra vardır: Azerbaycan Arap alfabesinden Latin alfabesine geçince Türkiye de ilişkileri korumak için geçiş yaptı... Sonra Azerbaycan kiril alfabesine geçince Atatürk iddiaya göre “biz de Kiril alfabesine geçerdik, ama sonrasında Azerbaycan'ın Çin alfabesine geçmeyeceği ne malum” demiş.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. Yılı bizim Türk Dünyasının, özellikle her bir Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız istiklalinin ortak tarihidir.
“Saygıdeğer Cumhurbaşkanları, Sayın Meclis Başkanları, Sayın Başbakanlar, Değerli Bakanlar, Çok Kıymetli Misafirler,
Sizleri şahsım ve TİM Yönetim Kurulu adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Avrasya Ekonomi Zirvesi her yıl 40’ı aşkın ülkeden siyasi liderleri, diplomatları, akademisyenleri, inanç önderlerini, iş insanlarını bir araya getiriyor. Küresel sorunlar mercek altına alınıyor, barışın, adaletin, huzurun egemen olduğu daha yaşanabilir bir dünya için çözümler öneriliyor. Zirvenin bugünlere gelmesinde en büyük pay kuşkusuz Akkan Suver’e ait. Ben huzurlarınızda kendisini ve ekibini tebrik ediyorum.
26’ıncı zirvenin hazırlıkları devam ederken ülkemiz büyük bir deprem felaketi yaşadı.
Depremden 11 ilimizde yaklaşık 14 milyon insanımız etkilendi. Yıkım çok büyük. Çok fazla can kaybımız var. Yaramız ağır. Ama inanıyorum ki biz bu yarayı hep birlikte saracağız. Hep birlikte iyileşeceğiz.
Depremin ilk anından itibaren tüm ülke gibi ihracat ailemiz de seferber oldu. TİM ve İhracatçı birlikleri olarak afetzedelere yardım için tüm imkânlarımızı seferber ettik. Afetzedelerin geçici barınma sorununun çözümü konusunda üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Konteyner ve prefabrik konut projesini hayata geçirdik. Bölgedeki işletmelerimizde çalışanlarımızın barınabileceği alanlar oluşturduk. Bu büyük afette sadece yurt içinde değil, uluslararası ölçekte de örnek bir dayanışma sergilendi.
Benzerine az rastlanan bu dayanışma için tüm ülkelere teşekkürü borç biliyorum. Deprem bölgesindeki üretim tesislerimizde üretim geçici bir süre durdu. Bu süreçte iş ortaklarımız bizimle büyük bir dayanışma gösterdiler. Hem bağışlarıyla depremzedelerimizin yanında oldular, hem de üretimdeki geçici aksaklıklar konusunda anlayış gösterdiler. Ben huzurlarınızda tüm iş ortaklarımıza şükranlarımı sunuyorum. Uluslararası ölçekte gerçekleşen dayanışmanın bizim için anlamı çok büyük.
Avrasya Ekonomi Zirvesi de 26 yıldır işte bu ideali gerçekleştirmek için çalışıyor. Zirve, her geçen gün daha da büyüyen bir ekosistemi inşa ediyor. Bölgede bulunan ülkeleri, birbirine daha çok yakınlaştırarak; ortak aklı ve istişareyi öne çıkarıyor.
Saygıdeğer Cumhurbaşkanları, Değerli Konuklar,
Türkiye, küresel ticaret ve tedarik zincirleri adına son derece önemli bir ülke.
2022’yi 254 milyar doların üzerinde ihracatla kapattık. 2023 yılı için 265 milyar dolarlık bir hedefimiz var. Depremin üretim bölgelerimize verdiği zararı, ne yazık ki geçtiğimiz ay ihracat rakamlarımızda hissettik.
Mart ayıyla beraber rakamlarımızda olumlu sinyaller var. En kısa sürede yaralarımızı sararak ihracatımızın yükseliş ivmesini sürdürmeyi hedefliyoruz. Avrasya bölgesinden ülkemize çok önemli yardımlar yapıldı. Karşılıklı ticaretin aksamaması, normale dönüş adına son derece önemliydi. İnanıyorum ki önümüzdeki dönemde iş birliklerimiz artarak devam edecek. Program yoğun, zamanımız kısıtlı. Dolayısıyla sözü daha fazla uzatmak istemiyorum.
Zirvenin ülkemize ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyor, hepinize saygılarımı sunuyorum”
Türk Devletleri Teşkilatı Genel Sekreteri Kubanychbek Ömüraliyev
Marmara Grubu Vakfı Saygıdeğer Başkanı Dr. Akkan Suver, Ekselansları, Değerli delegeler, Bayanlar ve Baylar,
Öncelikle kardeş Türkiye'ye, 6 Şubat 2023'te Türkiye'nin güney ve güneydoğusunda meydana gelen yıkıcı depremlerde hayatını kaybedenlere ve bu felaketten etkilenen herkese başsağlığı diliyorum. Tüm etkilenenlerin hızlı bir şekilde iyileşmesi için dua ediyorum. Geçmiş olsun!
Türk Dünyası, bu depremlerin yol açtığı yaygın hasar ve can kayıplarına karşı Türk kardeşleriyle seferber oldu ve güçlü bir dayanışma sergiledi. Türk devletleri, afet bölgelerindeki ihtiyaçları da göz önünde bulundurarak desteklerini vermeye devam ederek bu zor dönemin aşılması için çalışırken Türk halkının yanında güvenle duracaktır.
Türk Devletlerinin çatısı altındaki başarılı işbirliği, daha parlak bir ortak geleceğe doğru birlikte hareket eden Türk Devletleri arasında yapıcı, öngörülebilir ve kapsamlı bir diyaloğa dönüşmüştür. Aslında TDT, tüm Türk dünyasının etkin bir işbirliği platformu ve dayanışma sesi olarak şimdiden kabul görmüştür.
Son İstanbul ve Semerkant Zirveleri, Türk dünyasının siyasi, ekonomik, ulaşım, gümrük, güvenlik ve acil konular ile diğer öncelikli alanlarda hayati kararların alındığı ve önemli belgelerin imzalandığı tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Türk Devletlerinin birlik ve bütünlüğünün güçlendirilmesi.
En önemli kararlardan biri, Türk Konseyi'nin Türk Devletleri Teşkilatı olarak yenilenmesi, Türkmenistan ve KKTC'nin Gözlemci Üye olarak kabul edilmesi, “Türk Vizyonu 2040” ve “TDT Stratejisi”nin kabul edilmesiydi. 2022-2026” belgeleri ve Aksakallar Kurulumuzun faaliyetlerinin güçlendirilmesi.
Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) birçok farklı sektörde işbirliğini teşvik ederken, ekonomik işbirliği de en önemli önceliklerinden biridir. Türk Devletleri Teşkilatı, yeni kurumlarıyla yeni bölgesel ve küresel manzaralar inşa etmek ve Türk bölgesinin ekonomik kalkınmasını teşvik etmek için umut verici bir platform haline geldi.
Resmi istatistiki rakamlara göre, Türk Devletlerin toplam nüfusu yaklaşık 150 milyondur ve üye devletlerin toplam GSYİH'si yaklaşık 1,5 trilyon dolar olup, dünya genelinde 13. sırada yer almaktadır. OTS üyelerinin toplam GSYİH'sının dünya GSYİH içindeki oranı yaklaşık %1,8'dir.
Son dönemde, ticaretin kolaylaştırılması stratejisinin benimsenmesi, basitleştirilmiş gümrük koridoru, ekonomi ve ticaret alanlarındaki işbirliğimizi hızlandıracak "Uluslararası Kombine Taşımacılık Anlaşması" da dahil olmak üzere, TDT bölgesindeki işbirliğimizin neredeyse tüm temel alanlarında iyi sonuçlar elde ettik.
Ayrıca, “Hizmetler ve Yatırımlar Alanında Serbest Ticaret Anlaşması” ve çok taraflı “Dijital Ekonomi Anlaşması” çalışmalarına devam edilmektedir.
Yukarıda bahsedilen tüm bu faaliyet ve mekanizmalar, “Türk Dünyası Vizyonu 2040”, “2022-2026 Türk Stratejisi”nde belirtilen ekonomik öncelikler ve iddialı hedeflere dayalı olarak Örgüt tarafından uygulanmaktadır.
Değerli katılımcılar,
Bildiğiniz gibi dünya ve bölgemiz savaş, göç, enerji ve arz gibi ciddi sorunları beraberinde getiren olağanüstü bir dönüşüm sürecinden geçiyor.
Ancak bu tür tehdit ve testler bazı fırsatların ortaya çıkmasına katkı sağlamakta ve Türk dünyasının jeopolitik ve jeoekonomik önemini ortaya koymaktadır. Hem enerji hem de gıda arzı ve tedarik zincirinin sürdürülebilirliği açısından Türk Devletlerin önemi dünya tarafından kabul edilmektedir.
Günümüzün karmaşık dünyasının dramatik sorunları, yalnızca TDT'nin artan görevini ve ilgili herkesin yararına olan daha parlak ve daha öngörülebilir bir gelecek beklentilerini karşılamak için Türk dünyası içinde birleşik bir işbirlikçi yaklaşıma ilham verebilir.
Aslında, yaklaşmakta olan reformların ölçeği, TDT Sekreterliği'nin zamanını ve muazzam çabalarını gerektirecektir. Sekreterliğin tüm kurumsal, entelektüel ve kişisel kaynaklarıyla TDT, hedeflerine ulaşmaya ve hedeflerine ivme kazandırmaya devam etmek için iyi donanımlıdır.
Bugün Türk Dünyasının büyük başarıları kolay elde edilmemiştir ve bu kendi kendine oluşan bir şey değildir. Bunun arkasında liderlerimizin güçlü iradesi ve kararlı duruşu vardır.
Son 44 günlük Karabağ Savaşı, bazı Üye Devletlerimizde meydana gelen siyasi gerilimler ve Türkiye'deki COVID-19 ve deprem trajedisine toplu yanıt, TDT'nin ihtiyaç anında üye devletlerini destekleme taahhüdünün ve kendini bölgesel işbirliği ve dayanışmayı teşvik etmek.
Türk Devletlerinin daha güçlü, daha bütünleşmiş ve daha birleşik bir Türk dünyası için işbirliği yapma kararlılığını sürdüreceğine inanıyorum.
TDT'nin Ankara'da yapılacak Olağanüstü Zirvesi, bu gerçeği daha da vurgulayacak ve Türk dünyasının güçlü bir şekilde birleştiğini gösterecektir!
Bugün, bölgemizin karşı karşıya olduğu fırsatları ve zorlukları tartışmak ve keşfetmek için burada toplandık. Hepinize başarılı bir etkinlik diliyorum. Buradaki tartışmaların ortak zemin ve çözümler bulunmasına yardımcı olacağına inanıyorum.
İlginiz için teşekkür ederiz.
KEİPA Genel Sekreteri Prof. Dr. Asaf Hajiyev
Sayın Başkanlar, Başbakanlar, Bakanlar, Parlamento Üyeleri, Değerli Meslektaşlarımız,
PABSEC adına burada sizlere hitap etmek büyük bir onur ve ayrıcalıktır.
Öncelikle, bu çok önemli etkinliğin mükemmel şekilde organize edilmesinden dolayı büyük dostumuz Dr. Akkan Suver'i tebrik etmek istiyorum. Her yıl bahar mevsiminde, tüm politikacılar bu önemli etkinliğin gerçekleşeceğini bilirler. Ve gerçekleşti, Marmara Grubu Vakfı tarafından düzenlenen 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi.
Bu etkinliğin sloganı dünya için çok önemlidir. "Güvensizliği Bitir, İşbirliğine Başla". Bu, bizim örgütümüz ve bölgemiz Karadeniz için çok önemlidir. Örgütümüz, 13 ülkeden 81 parlamenterden oluşuyor ancak maalesef bir şeyi vurgulamak zorundayım. 13 ülke için 7 anlaşmazlığımız var.
Bugün anlaşmazlık ne anlama geliyor? Anlaşmazlık savaşa yol açar, savaş da mültecilere yol açar. Bugün dünyada 100 milyon mülteci var. Ve dünya ekonomisine verdiği zararın 700 milyar doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor, hayal edebilir misiniz?
Aynı zamanda, savaş ne anlama geliyor? Savaş her şeyi yok eder, kültürü yok eder. Örgütümüze bir bakın. Çok güçlü, cesur ve misafirperver Türk ve Kafkas kültürü var. Slav kültürü var, çok sıcak, çok çekici. Balkan kültürü de var, cesur ve gerçekçi. Latin kültürü var. Savaş, tüm bu kültürleri yok etme tehdidi oluşturuyor ve bu nedenle birlikte olmalıyız ve iş birliğimize başlamalı ve devam etmeliyiz.
Ve bunun için bir arada olmalıyız. Bu sorun sadece bir ülkenin sorunu değil, bölgenin sorunu değil, tüm dünya için bir sorundur.
Dünya 700 milyar doların üzerinde bir zarar görüyor, hayal edilemez. Dünya bir buğday sorunu ile karşı karşıya, ancak Türkiye'nin faaliyetleri sayesinde sorun çözüldü ve bugün çözümün devam ettiği yönünde olumlu sinyaller aldım.
Bunun hakkında ne yapmamız gerekiyor? Birlikte olmalıyız, çabalarımızı birleştirmeliyiz ve bu konuda bir Alman Filozofunun çok ünlü sözlerini hatırlatmak istiyorum: "Zayıflar güçlü olmak için birleşirler ama güçlüler yenilmez olmak için birleşmelidirler". Bu nedenle, tüm ulusları, ülkeleri ve devletleri birlikte olmaya, yenilmez olmaya çağırıyorum. Ve hepsine barış, refah ve iş birliği diliyorum.
KEİ Genel Sekreteri Büyükelçi Lazăr Comănescu
Ekselansları, Değerli Katılımcılar,
Marmara Grubu Vakfı tarafından her yıl düzenlenen bu büyük etkinlik olan Avrasya Ekonomi Zirvesi'ne KEİ Genel Sekreteri olarak ikinci kez katılmaktan ve hitap etmekten özellikle onur ve memnuniyet duyuyorum.
Geçen yıl 25. yani kutlama niteliğindeki Zirve'ye katılarak, bu kez ev sahibi ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. Yıldönümü'nün çok önemli ve sembolik yılında bir araya gelmenin gururunu yaşıyorum. yıllar, bugün bölgede ve ötesinde en alakalı aktör olmaya doğru gelişti. Geçen ay meydana gelen yıkıcı depremle ilgili olarak Türkiye ile dünya çapında gösterilen dayanışma bu açıdan çok önemlidir ve bu vesileyle tüm KEİ adına Türk halkıyla dayanışmamızı ve hazırlığımızı yenilemek için kendime izin veriyorum. orada hızlı bir iyileşme mümkün olan herhangi bir şekilde yardımcı olmak için.
Bu nedenle, beni Zirvenize davet ettiğiniz için Başkan SUVER'e bir kez daha teşekkür ediyor ve orada seçmiş olduğunuz en ilham verici konu için sizi tebrik ediyorum. Nitekim, son ve güncel gelişmeler başta olmak üzere, bölgemizdeki en talihsiz gelişmeler dikkate alındığında, alıntı yapıyorum, “güvensizliği sona erdirmek ve işbirliğine başlamak” acil bir gereklilik haline geldi.
Aslında, bölgemize özgü olarak ihtiyacımız olan şey, güveni geri getirmek ve diğerlerinin yanı sıra, 1992'de Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin kurulmasını ve 1999'da bir Örgüte dönüşmesini sağlayan işbirliği ruhunu sürdürmektir. “Dostluk ve iyi komşuluk ruhu içinde hareket etmek ve Üye Devletler arasında karşılıklı saygı ve güveni, diyalog ve işbirliğini geliştirmek” amacına uygun olarak Tüzüğünden alıntı yapıyorum.
Ve, KEİ'nin kuruluşundan bu yana geçen 30 yılı aşkın süreye bakıldığında, güven ve işbirliği arzusundan doğan bu Örgütün, Üyeleri arasındaki ekonomik işbirliği için en değerli çerçeve ve katkıda bulunan bir hale dönüştüğünü vurgulamakta fayda var. devletler ve bu sayede bölgemizde dostluğa ve iyi komşuluğa önemli bir katkı sağlamaktayız. Bu konuda zaman kısıtlaması nedeniyle daha fazla detaylandırmayacağım önemli girişimler ve projeler başlatıldı veya uygulandı. Kapsadıkları alanların oldukça geniş olduğunu belirtmek isterim: ticaret ve geliştirme, ulaşım ve bağlantı, enerji veya çevre vb.
Ne yazık ki bu işbirliği ve dostluk ortamı, son birkaç yıldır bölgemizde yaşanan gelişmelerden, özellikle de 24 Şubat 2022'de başlayan savaştan ciddi şekilde etkilenmiştir. Gerçekten de, geçen yılın ilk yarısında KEİ ÇG'lerinin ve diğer toplantı ve etkinliklerin çoğunun askıya alınması veya ertelenmesi gerekmiştir.
Neyse ki, iyimserlik nedenleri geçen yılın ortasından itibaren yeniden ortaya çıkıyor, önemli ölçüde o zamanki Moldovalı KEİ CIO'su ve PERMIS'in çabaları sayesinde, faaliyetlerimizi yeniden başlattık ve şimdi neredeyse tamamını Sırp CIO'su altında alıyoruz.
Bunun mümkün hale gelmesi, esas olarak (ve bunu söyleyebilmekten memnunum), KEİ'nin önemi ve yararlılığına ve bunun için kurulmuş olan hedeflerin izlenmesine ilişkin tüm KEİ Üye Devletlerinde hakim olan farkındalıktan kaynaklanmaktadır.
Elbette sahip olmayı isteyebileceğimiz ya da daha doğrusu toparlanmamız gereken güven seviyesinden hala uzağız, ancak artık tüm Üyelerden, aynı masa etrafında, katılımcılarla toplantılara geri dönmenin mümkün hale gelmesi gerçeği. Devletler kendi başına doğru yönde, yani güven ve işbirliğini geri getirmeye yönelik bir adımdır.
Geçmişte başka vesilelerle de söylediğim gibi, uluslararası hukuka tam saygı içinde, KEİ bölgesinde de işbirlikçi bir atmosferin hüküm sürmesi için aklın ve aklın galip gelmesini umuyorum.
KEİ PERMIS olarak bizler, bu yönde daha fazla ilerlemeye katkıda bulunmak için mümkün olan her şeyi yapmaya kararlı ve kararlıyız, özellikle de KEİ bölgesi tüm KEİ Üye Ülkelerinde büyük bir ekonomik ilerleme ve refah potansiyeline sahip olduğundan, ancak eşit derecede bir kavşak ve Enerjide, ticaret akışlarında veya ulaşımda ve bağlantıda küresel öneme sah ip merkez, sadece birkaçından bahsetmek gerekirse.
Bunun için CIO ve MS'nin rehberliğinde şu anda ve aktif olarak üzerinde çalıştığımız uygun bir çerçeveye ihtiyacımız var. Bu çerçeve, KEİ Ekonomik Gündemi'dir ve mevcut CIO'nun bunu görevinin birinci önceliği olarak belirlemesinden memnunum.
Bununla, bugünkü konferansın katılımcıları arasındaki görüş alışverişinin ve bunların öne çıkaracağı fikirlerin, KEİ'nin fırsatlarından en iyi şekilde yararlanma yönündeki çabalarımızı daha iyi bir şekilde düzenlememize yardımcı olacağına olan inancımı ifade etmeden önce bitireceğim. Bölge, ekonomik kalkınma ve işbirliği açısından ve bu sayede barış ve iyi komşuluk açısından sunmaktadır.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Selçuk Sarıyar
Değerli Katılımcılar;
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Bu yıl 26.’sı düzenlenen Avrasya Ekonomi Zirvesi’nde sizlerle bir araya gelmekten büyük bir mutluluk ve onur duyuyorum. Bölgedeki iş birliğini, dostluğu, barışı, ekonomik gelişmeyi ve kalkınmayı odak olan bu çok kıymetli etkinlik için Marmara Grubu Vakfı’na teşekkürlerimi sunuyorum. Avrasya coğrafyası tüm dünyada stratejik açıdan büyük bir önem taşıyor. Küreselleşen dünyada herhangi bir bölgede yaşanan istikrarsızlık, belirsizlik domino etkisiyle tüm dünyada hissediliyor. Devletler ancak içinde bulundukları ve yakın ilişkide oldukları bölgeler istikrara, güvene sahipse, o bölgelerde ekonomik kalkınma ve gelişim sürüyorsa gelişmeye devam edebiliyorlar. Yani içinde bulunduğu bölgeden bağımsız olarak hiçbir toplum bugününü ve yarınını planlayamıyor. Bu açıdan Avrasya Ekonomi Zirvesi çok değerli bir sivil girişim.
Bu yıl için belirlenen “Güvensizliği Bitir İşbirliğine Başla” teması gerçekten bölgenin ihtiyaç duyduğu bir noktaya parmak basıyor. Savaşlar, afetler bölgenin istikrarını ve kalkınmasını tehdit ediyor. Dünyadaki kutuplaşmanın olumsuz etkileri çok derinden hissediliyor. Enerjiden global tedarik zincirinde aksamalara, insan haklarından iklime birçok alanda kriz yaşıyoruz. Bir an önce güvensizlikleri ortadan kaldırarak iş birliği içerisinde yeniden insani gelişime ve kalkınmaya odaklanmalıyız.
Şubat ayının başında ülkemizde gerçekleşen ve 11 ilimizde çok yıkıcı bir etki yaratan deprem felaketi hepimizi derinden yaraladı. Deprem sonrasında Avrasya ülkelerinin gösterdiği büyük dayanışma nedeniyle şükranlarımı sunmak istiyorum. Bir arada olduğumuzda ne kadar güçlü olduğumuzu bizlere hatırlatan bu acı deneyim aslında ne kadar kırılgan olduğumuzu da bir kez daha gösterdi. Ekonomik gelişimi ve kalkınmayı, dayanıklı hale getiremediğimiz kentlerin ve toplumların üzerine inşa edemeyiz. İBB olarak en büyük önceliğimiz İstanbul’u depreme dirençli bir kent haline getirmek. Bu alanda aldığımız güçlü insiyatif ile bilim insanları ve alanında uzman isimleri bir araya getiren Deprem Bilim Kurulunu oluşturduk. Beklenen Marmara depremine hazırlık amacıyla seferberlik planımızı da koşulsuz bir iş birliği çağrısı olarak kamuoyu ile paylaştık.
Kapsayıcı ve Sürdürülebilir Ekonomik Toparlanma için salgın, ekonomik ve sosyal kriz, enerji krizi ve afetler sonrasında değişen yeni dünyaya daha dayanıklı bir İstanbul için bilimle ve ortak akılla hazırlanıyoruz. Yeşil ve adil ekonomik dönüşümün merkezinde olduğu Emek 4.0'ın dünyasında toplum, ekonomi ve tüm alışılagelmiş rutinlerimiz kökten bir değişim içerisinde. Ekonomiden siyasete, kültürden bilim ve teknolojiye kadar her alanda geleceğin dünyasının gerektirdiği yeniden yapılanmayı gerçekleştirmek yönünde harekete geçtik.
Bu süreçte ülkemizde bir yerel yönetim reformuna ihtiyaç olduğuna da inanıyoruz. Yerel yönetimlerin gayrimenkul belediyeciliğinden uzaklaşarak, yerel kalkınma ve refah devleti işlevlerine odaklanmalarına olanak verecek bir genel işlevlendirme ve model öne çıkarılmalı. Yerindenlik ilkesini gözetecek biçimde yerel kalkınma ve toplumsal refah işlevleri yerel yönetimlere devredilmeli. Toplumsal refahın sağlanmasına yönelik yoksulluk, işsizlik, konut sorunu, göç vb. konularda çözüm odaklı programlara öncülük yapmalarına olanak sağlayacak düzenlemeler yapılmalı. Bu işlevlendirmeleri anlamlı kılacak bir mali reform gerçekleştirilmeli. Yerel yönetimlerin kaynak yaratmada merkezi yönetime bağımlılığı asgari düzeye indirilmeli ve keyfi değişikliklere izin vermeyecek ilkelere bağlanmalı. Mali reform çerçevesinde yerel yönetimlerin bazı vergileri doğrudan toplamasına olanak verecek düzenlemeler yapılmalı. Kentsel işlevlerden yaratılan kaynakların vergilendirilmesi konusunda yeni bir düzenleme yapılmalı ve bu vergiler doğrudan yerel yönetimler tarafından toplanmalı. Yerel yönetimlerin bölgesel ve küresel ölçeklerde kent diplomasisi-işbirliği ve ortak çalışmalar yürütebilmesine yönelik yetkileri genişletilmeli diye düşünüyoruz.
2023 ülkemiz için ayrı bir önem taşıyor. Bu yıl Cumhuriyetimizin 100. yaşını dolduracak ve ikinci yüzyılımıza adım atacağız. İki kıtaya yayılan toprakları, Doğu ile Batı arasında bir köprü olma işleviyle Türkiye Cumhuriyeti, Avrasya’nın kalbindedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şiarıyla bölgede barışın ve iş birliğinin sağlanmasında geçmişte olduğu gibi bugün de çok önemli bir rol oynamaktır. Türkiye, bölgedeki asli aktörlerden biri olarak pek çok platformda barışçıl bir politika arayışındadır. Türkiye’nin ikinci yüzyılında müreffeh bir gelecek için hazırız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, temel ilkelerini, devrimlerini kendimize kılavuz ediniyoruz. İstanbul’da olduğu gibi Türkiye de çok yakın zamanda gerçekleşecek köklü ve heyecan verici değişimle hızla iyileşecek ve bölgesine etkin fayda sağlama konusunda daha güçlü adımlar atacaktır.
Dünya nüfusunun yarısından fazlasına ev sahipliği yapan kentler, ekonomik ve sosyal yaşamın merkezidir. Bu oranın 2050 yılında %68’e ulaşması beklenirken, kentlerimizin dayanıklılığını ve güçlenmesini de sağlamak zorundayız. Uluslararası ilişkilerin yerini alan çok aktörlü yeni küresel düzende tüm paydaşlar arasında çok yönlü iş birliklerini de gözetmek durumundayız. İstanbul bu bakımdan Avrasya başta olmak üzere küresel düzeyde öncü rolünü ve örnek olma vasfını güçlendirerek sürdürecektir. İstanbul’un bu büyük coğrafyadaki temsili sadece bu kentin meselesi değildir; İstanbul güçlü temsil edildiği ve güçlü bir özne hâline geldiğinde kazanan sadece kentimiz değil, hepimiz olacağız. Çünkü İstanbul, küresel bir kent olarak aynı zamanda Türkiye’yi ve 80 milyonu aşan tüm toplumu temsil ediyor.
İstanbul B40 Balkan Kentleri Ağı oluşumunda oynadığı öncü rolle bu alana verdiği önemi gösterdi. Eğitim, bilim, sağlık, turizm ve spor gibi alanlarda da güçlü bir dayanışmaya ihtiyacımız vardır. İstanbul Balkanlar’daki pozisyonunu tüm bölge kentleri ile paylaşmak, bölgede ortak fuarların düzenlenmesi, kentsel teşvikler ve ortaklaşan yapılar için destek sunmaya hazırdır. Gelinen noktada krizlere ancak bir arada ve tüm seviyelerde artırılmış diyalog ile meydan okuyabileceğimizi net olarak görüyoruz. Hiç birimiz artık birbirimizden bağımsız değiliz. Her bir adımın olumlu ve olumsuz sonuçları küresel düzeyde tahmin edilenin ötesinde etkiler doğurabiliyor. Bu nedenle işbirliğimizi ve diyaloğumuzu artırarak yolumuza devam etmeliyiz.
İstanbul demek Türkiye demektir. 16 Milyonluk nüfusu ile 145 ülkeden daha büyük olan İstanbul plansızlık ve yetki karmaşası içerisinde kaderine terk edilemeyecek bir kenttir. Bu nedenle 2019 yılı itibariyle on binlerce paydaşın katılımı ile hazırladığımız İstanbul Vizyon 2050 Strateji Belgemiz bu kentin sivil anayasası niteliğindedir. Bu belge bugün küresel düzeyde karşı karşıya olduğumuz 5 temel kriz alanındaki yol haritamızı belirliyor. Bu kriz alanları Yönetişim ve Demokrasi, Ekonomi ve Kalkınma, Kentsel Yapılı Çevre ve Altyapı, Toplumsal Refah ve Ekolojidir. Bu alanlardaki tüm krizleri ancak iş birliğiyle, ortak aklın ve bilimin gösterdiği yolla çözebiliriz.
Yarattığımız ekonomik koşulların adil bir topluma ve yeşil dönüşüme hizmet etmesi gerekliliğini vurgulamak isterim. Gezegenimizle, gençlerle, kadınlarla ve en kırılgan kesimlerle uzlaştığımız bir ekonomik düzeni var etmeliyiz. İstanbul’u yenilikçi ve yaratıcı girişimler için çekim merkezi yaparken, toplumsal adaleti gözetecek adımları atmayı sürdüreceğiz. Üretim ağlarındaki bilgi, teknoloji ve yenilikçilik ağırlıklı dönüşüme işgücünün uyumunu sağlayarak bu alanlardaki istihdamı artıracak adımlara, emeğin yeniden üretimine yönelik mekânsal, sosyal ve kültürel politikalar eşlik edecek.
Konuşmama son verirken doğumunun 100. yılında Haydar Aliyev’i saygı, minnet ve rahmetle anıyorum. 26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin tüm bölge için çok faydalı çıktılar sunması dileklerimle hepinizi bir kez daha saygıyla selamlıyorum.
Büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı Bakan Yardımcısı, AB Başkanı
Mehmet Kemal Bozay
Değerli Konuklar,
Marmara Grubu Vakfı tarafından düzenlenen bu Forumda sizlerle birlikte olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.
Forumun “Güvensizliği bitir, işbirliğine başla” temasının bugün karşı karşıya olduğumuz tehditlerle mücadelede çok belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Uluslararası sistemdeki kırılganlıklar her alanda ve her seviyede işbirliğini zorunlu kılıyor. İster yerel, ister ulusal, ister bölgesel olsun kapsayıcı, işbirliğine ve diyaloğa açık politikalara ihtiyacımız var.
Kıymetli misafirler,
Kovid-19 pandemisinin etkilerini daha atlatamamışken yaşanan Rusya-Ukrayna savaşı, uluslararası düzende yeni dönüşümleri de beraberinde getirmiştir.
Küresel risk ve tehdit algıları eskiden olduğu gibi doğrudan askeri güç kullanma veya terörizm tehdidiyle sınırlı değildir.
Yeni dönemde insanlık, kaynağının kim veya ne olduğunu tam bilmediği, -belki de hepimizin isteyerek veya istemeyerek katkıda bulunduğu- yeni tehdit ve sınamalarla yüz yüzedir.
Bunlar:
-salgın hastalıklar;
-iklim değişikliğinin yarattığı toplumsal çalkantılar;
- küresel tedarik zincirinde yaşanan kırılmalar;
-teknolojik gelişmenin insanlığı, 10-15 yıl öncesine kadar bilim adamları dışında kimsenin bilmediği, az bulunan kıymetli maden ve minerallere bağımlı hale getirmesi;
-mevcut ekonomik sisteme ve ticaret düzenlemelerine karşı giderek artan kuşkular;
-Robotik gelişmelerin istihdam piyasasındaki bireyleri işsiz ve/veya vasıfsız kılması riski (son örnek: chatGPT);
-Enerji ve gıda güvenliği
-Siber ve hibrid tehditlerdir.
Bu örneklerin çoğaltılması mümkündür. Bu yeni tehditlerin yarattığı karmaşanın bir sonucu:
-yerelleşmeyle küreselleşme;
-serbest piyasa ekonomisiyle korumacılık;
-liberal dünya görüşüyle muhafazakarlık;
gibi birbirleriyle zıt kavramların, aynı anda, aynı bünyede birlikte görülmeye başlanmasıdır.
Çelişkili görünen bu durum, aslında yeni dinamiklerle yepyeni bir dünya düzeninin ortaya çıkmakta olduğuna işaret etmektedir.
Keza “şehirleşme” ile “kırsallık” arasındaki ayırım çizgisi de silikleşmeye başlamış, sürdürülebilir şehircilik kırsallığa, kırsal yaşam ise şehirleşmenin sunduğu imkan ve kapasiteleri içermeye başlamıştır.
Bu dönüşümde anahtar kavramlardan biri şüphesiz “bağlantısallıktır”.
Dünyada farklı coğrafi bölgeleri, kültürel değerleri ve siyasa farklılıkları birbirine bağlayan az sayıda “küresel bağlantı noktası” vardır.
Bu bağlantı noktaları önümüzdeki yüzyılda yeni dünya düzenini şekillendirecektir.
Ülkemiz, jeopolitik konumu, tarihsel birikimi, demografik ve coğrafi zenginliğiyle bu az sayıdaki “küresel bağlantı noktalarından” biri olmaya doğal adaydır.
Bu tarihi dönemeçte önümüzdeki fırsatları en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekmektedir.
Kıymetli Misafirler,
İçinden geçtiğimiz bu çalkantılı dönemde, Avrasya’nın jeostratejik önemi her geçen gün artmaktadır.
Nitekim önce Kovid-19 pandemisinin yarattığı ekonomik daralma, ardından Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı çok yönlü kırılmalar AB’nin de Avrasya’ya olan ilgisini gözle görünür şekilde artırmıştır.
Bu ilginin temelinde AB’nin, özellikle Rusya’nın “sistem dışına” çıkartılması çabalarının da bir sonucu olarak, alternatif ulaştırma koridorları, az bulunan mineraller ve hidrokarbon konusunda kaynak ve güzergah çeşitlendirme ihtiyacı bulunmaktadır.
Rusya-Ukrayna savaşı, AB’nin dış politikasında, Kafkasya, Orta Asya ve Körfez ile Mağrip/Maşrık’a (MENA) yeni açılımları da beraberinde getirmiştir.
Bu çerçevede AB’nin, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşılık başlattığı “Küresel Geçit” girişimi dikkat çekmektedir. Küresel geçit girişimiyle AB, Kafkasya, Orta Asya, hatta Körfez ülkelerinde demokratik değerlere saygılı, yüksek sosyal ve çevresel standartlara sahip akıllı yatırımları desteklemek üzere 2021-2027 yılları arasında 300 milyar Avro’luk bir yatırım desteğini harekete geçirmiştir.
Avrasya kıtasının stratejik ve jeopolitik olarak merkezinde yer alan Türkiye, AB’nin, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Körfez için olduğu kadar Balkanlar için de en uygun “bağlantı noktası” konumundadır.
Türkiye, Orta Asya'dan Kafkasya'ya ve Avrupa'ya giden ulaşım yolları üzerinde yer alarak, bölgelerarası bağlantısallığı sağlayacak güçlü bir altyapıya sahiptir. Asya ve Avrupa’yı Türkiye üzerinden birbirine bağlayan Orta Koridor’da bölgesel işbirliğinin artırılması önemli fırsatları da beraberinde getirecektir.
Keza Kafkaslar ve Orta Asya'daki hidrokarbon kaynaklarının AB'ye taşınması için en uygun yol Türkiye'dir. Avrupa ülkelerinin uzun dönemde enerji arz güvenliğini garanti altına almak amacıyla kaynak arayışlarında Güney Gaz Koridorunun önemi giderek artmıştır.
Buna ilaveten, ülkemiz yeşil ve dijital dönüşüm ile temiz enerji dönüşümünde kapsamlı çalışmalar yürütmekte, yenilenebilir enerji kurulu güç bazında dünyada 12’inci, Avrupa’da 5’inci sırada yer almaktadır.
Öte yandan, Türkiye, coğrafi yakınlığı, AB pazarına entegrasyonu ve geniş yelpazedeki üretim kapasitesiyle önemli bir potansiyele sahiptir.
Asya coğrafyasının ülkemiz ile tarihi, ekonomik, kültürel ve stratejik bağları, keza Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) gibi bölgesel kuruluşlarla işbirliği ve istişare mekanizmaları da Türkiye’yi çekim merkezi haline getirmektedir.
Bu nedenle Türkiye, Orta Asya'da her anlamda güvenilir stratejik ortak olarak görülmektedir.
Tüm bu gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye ve AB’nin bölgede yapacağı işbirliğinin sağlayacağı kazanımlar, sadece taraflar açısından değil, bölge ülkeleri açısından da önemli olacaktır.
Esasen, Türkiye-AB ilişkilerinin güçlendirilmesi ve ülkemizin Birliğe tam üyeliği, AB’nin Avrasya’da manevra alanını genişleterek, daha güçlü adımlar atmasına katkı sağlayacak, bölgenin uluslararası sisteme entegrasyonunu hızlandıracaktır.
Bu durum enerjiden, ticarete, lojistikten, gıda arzına pek çok alanda ülkemiz için de yeni fırsat pencereleri açacaktır.
Kıymetli misafirler,
Siyasi nedenlerle ülkemizin AB’ye üyelik sürecinin tıkanması, veto hakkının ve üye ülkeler arası dayanışmanın kötüye kullanılması AB’nin ileriye dönük çıkarlarına hizmet etmemektedir.
Esasen ülkemizin yaşadığı deprem felaketi sonrasında AB ve üyesi ülkelerin gösterdiği hızlı ve etkin dayanışma, ülkemiz ve AB arasındaki birlik ve beraberliğin önemini teyit eder niteliktedir.
Önümüzdeki dönemde, konjonktürün getirdiği fırsatlar ve ilişkilerdeki olumlu atmosferin iyi kullanılarak, gerek AB üyelik sürecimizin yeniden canlandırılması gerek AB ve Asya coğrafyasında sahip olduğumuz derin bağların daha da güçlendirilmesi temennimizdir.
Nitekim ülkemiz ile AB arasında mevcut Gümrük Birliği’nin güncellenmesi müzakerelerine başlanması, taraflar arasında ticari bütünleşmeyi daha ileri seviyeye taşıyarak bölgelerarası ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine ivme kazandıracaktır.
Başta iş dünyası olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin AB ile diyaloğumuzun ve iletişim kanallarımızın yeniden güçlü bir şekilde tesisine destekleri önemlidir.
Sözlerime son verirken bir kez daha bu yararlı ve anlamlı etkinlik için Marmara Grubu Vakfı’na teşekkür ediyor, siz değerli konuklara saygılarımı sunuyorum.
KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar
Çok değerli Marmara Vakfı’nın değerli başkanı, değerli üyeleri, değerli kurucuları, sayın milletvekilim, değerli cumhurbaşkanları, değerli katılımcılar;
Bugün Marmara Vakfı’nın bu önemli toplantısına beni de davet etmelerinden dolayı duyduğum memnuniyeti kendilerine ifade ederken hepinize de katıldığınız için teşekkür ediyorum.
Benim tabii bir farkım vardır çünkü çoğu yerde ben konuşamıyorum. Çünkü ben Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanıyım. Çoğu yerde bana ambargo vardır. Çoğu yerde bana kısıtlama vardır. Çoğu yerde tanınmamış bir devletin cumhurbaşkanı olarak çoğu benimle ne buluşabiliyor ne konuşabiliyor ne de beni dinleyebiliyor.
Dolayısıyla bu bakımdan böyle bir toplantıda beni davet etmeleri ve böyle bir uluslararası topluluğa hitap etmekten duyduğum memnuniyeti sizlerle büyük bir coşkuyla paylaşıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum.
Az önce ifade edildi. Bir kere Sayın Akkan Suver dostum, 30 yıllık dostum, baba dostum. Hiç yılmadan, bıkmadan, pes etmeden bu gibi toplantıları 26 yıldır devam ettirebilecek kudrette bir abimiz, bir kardeşimiz. Kendisini özellikle kutluyorum, Engin Bey’i de kutluyorum, diğer vakıf üyelerini de kutluyorum. Hepsine teşekkür ediyorum.
Burada konuşabilmek için çok büyük, zengin bir kuruluşun temsili olmanıza gerek yok. Çok güçlü bir devletin temsilcisi olmaya gerek yok ama bizim gibi yıllardan beridir itilen, kakılan, her türlü insan haklarına ve acımasız ambargo izolasyonlara maruz bırakılan bir halkın, mazlum halkın şehitler diyarı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin seçilmiş cumhurbaşkanı olarak sizlere hitap etmekten dolayı büyük bir mutluluk duyuyorum.
Elbette ilk sözlerim deprem felaketinden dolayı yaşadığımız acıdır. Hepinize bu bakımdan tekrar teşekkür ediyorum çünkü ana vatanımız, bizlerin anavatanı Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı bu deprem, bunun yankıları, bunun etkileri on binlerce insanımızın hayatlarını kaybetmeleri, o yıkım, o tahribat, ekonomik bir takım sıkıntılar uyandırdı ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde de bizim kendi evlatlarımızı, kendi sporcularımızı, kendi vatandaşlarımızı bu büyük deprem bölgesinde kaybetmenin üzüntüsü içerisinde , bu büyük marazı ve üzüntüyü bizde hala daha yaşıyoruz.
Esasında öyle bir acı ki bu acıyı bizim hiçbir zaman unutmamız mümkün değildir ama hayat devam ediyor. Dolayısıyla hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet, onların ailelerine, yakınlarına, sevenlerine ve tabii ki milletimize başsağlığı diliyorum.
Bir kere dünya evet pandemi dedik, büyük bir yıkım dedik. Acaba ne zaman bitecek dedik. Yavaş yavaş bunun yaraları sarılırken, Ukrayna-Rusya çatışması, savaş. Bu savaşın hem insanların hayatlarını kaybetmeleri hem ekonomik etkileri, yansımaları, gıda fiyatları, enerji fiyatları, pahalılık.
Bütün bu yansımaların ekonomimize olan etkisi, zorluklar ve refahı sürdürebilmek gerçekten büyük sorunlarla karşı karşıya gelirken deprem ve şimdi depremin yansımaları da hayatımızı etkilemeye devam edecektir.
Çünkü öyle bir şey ki bu doğal afet ama doğal afet tetikledi, tetikleyerek geldi. Şimdi Kıbrıs’ta da acaba bir deprem olur mu endişesi ve korkusu var ama uzmanların bizlere verdiği raporlarda olabileceğini söylüyor ama bunun ne zaman olacağını söyleyebilmek mümkün değildir.
Onun için elbette böyle büyük bir deprem beklenmemekle birlikte, hazırlıklı olmak lazım. Ona göre herkes kendi evine, biz devlet olarak okullarımıza, kamu binalarına, belediyelere hep bakmak durumundayız.
Geçenlerde ilk kez görüştüğüm Güney Kıbrıs yeni Rum lideri Nikos Christodoulides’e söylediğim gibi, Kıbrıs küçük bir ada, dolayısıyla bu küçük adada elbette çeşitli farklı iş birliklerini devam ettirirken depreme yönelik bir takım ortak komitelerle ileride bu olayı nasıl birlikte yönetebiliriz, tecrübelerimizi birlikte nasıl paylaşabiliriz diye kendisiyle bunları da görüşmüş oldum.
Şu an Kıbrıs’ta her ne kadar bir anlaşmazlık, bir uzlaşma olmasa da her zaman iki yapının, iki tarafın, iki devletin iş birliği ile Kıbrıs’taki refahın artırılabilmesi için, güvenli yaşam için, barışın sürmesi için ve o coğrafyada, Doğu Akdeniz’de o kritik bölgede istikrarın devamı için her türlü diyalogdan, iletişimden yana bir siyaset ortaya koymaya devam ediyorum.
Cumhurbaşkanlığımızda 12 farklı teknik komite ile gerek sağlıkta gerek ekonomide gerek kültürel mirasta gerek bir takım criminal olaylarda çeşitli farklı boyutları ile hep iş birliğinin sürekli olarak savunucusu oldum. Çünkü evet Kıbrıs’ta bir anlaşmazlık vardır. Doğu Akdeniz’de bunun yansımaları vardır ama bizlerin bütün bunları iletişimle, diyalog halinde, sürekli olarak irtibatla bunları dünya kamuoyuna paylaşmak suretiyle Kıbrıs’ın hem siyasetini hem ekonomisini hem oradaki istikrara büyük katkımız olabilecek düşüncesiyle bu siyaseti bu şekilde yönlendirmeye çalışıyorum.
Geçen temmuz ayında eski lider Nikos Anastasiadis’a yaptığım öneriler vardır. Bakınız dedim Kıbrıs’ta bu ihtilaf devam ediyor. Esasında bu ihtilaf 60 yıldır devam ediyor. 60 yıl çok uzun bir zaman dilimidir.
Kıbrıs Türkleri itilmiş, kakılmış olabilir ama neticede devletimiz vardır, cumhuriyetimiz vardır. Ana vatanımız Türkiye Cumhuriyeti bizlere bütün güvenliği, bizlere olan bakış açısı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin bekasını, istiklalini, özgürlüğünü, hürriyetini ve bizlerin mücadelesine koydukları katkı ile artık Kıbrıs’ta yıllardan beri, Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanından, 2 taraf, 2 halk olduğunun anlayışı ile buradaki istikrarı bu şekilde sürdürmeye çalışırken tabii ki Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının çalıştırılmasında, araştırılmasında, pazarlara ulaştırılmasında birlikte hareket etmenin elbette çok olumlu sonuçları olabileceğini.
Çünkü iddia edildiği gibi Azerbaycan’dan gelen dostumuz enerji bakanımızın çok iyi bileceği gibi Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının birlikte iş birliği içerisinde ancak araştırılması ve pazarlara ulaştırılabilmesi her iki tarafa da fayda sağlayacaktır.
Çatışma kültürü ile bütün bunların tek taraflı olarak; ben yaparım, ben ederim. Çünkü bu hak benim anlayışıyla başarılı bir şekilde bu işi sürdüremeyeceğimizi, kendilerinin de sürdüremeyeceğini gayet iyi bilmeleri gerekmektedir.
Çünkü Kıbrıs adasına baktığımızda, geçmişine baktığımızda az önce Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsedildi. Hakkında çok güzel şeyler söylendi. Bizim de Mustafa Kemal Atatürk’e büyük hayranlığımız vardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün İstiklal savaşları, Osmanlı Devleti yıkılırken Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bundan 100 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıkması ve Kıbrıs Türkünün Kıbrıs’ta bütün onun mücadelesini en yakından izlemesi, ona duyduğu hayranlık, onun gösterdiği aydınlık yolda, onun çizdiği demokrasi yolunda Kıbrıs Türkü o anlayışla alfabeyi değiştiren ilk halklardan bir tanesi olarak verdiği mücadelede hep Atatürk’ün çağdaş ve aydınlık yolunu izleyebilmiş, ona göre bu mücadeleyi orada verebilmiş.
1974 önce çeşitli farklı saldırılara karşı, her türlü ambargoya karşı direnebilmiş ve bunun başarısı olarak, şu anda bir devlet sahibi olarak 1974 Kıbrıs barış harekatıyla Anavatan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mehmet’imizin adaya çıkması ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin temellerinin atılması.
Bunlar elbette sizlerin de takdir edeceği gibi uzun yılların bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve Kıbrıs’ta gerçeğe baktığımızda diliyle, diniyle, kültürüyle, kaderiyle, tarihiyle ve Anadolu’ya Türkiye’ye olan bağlılığı ile ayrı bir halk olarak, Kıbrıs Türk Halkı.
Kimse daha nüfustan bahsetmesin çünkü nüfus dengeleri değişebilir ama bizlerin nüfusuna baktığımızda Kıbrıs Türk Halkının Anadolu’da Türkiye’de ve yıllar itibariyle izolasyonlara maruz kalmak suretiyle adadan göç etmiş İngiltere’de, Kanada’da, Avustralya’da her yerde yaşayan Kıbrıs Türk halkı bir bütün, tek yürek, ayrı bir halk olarak Kıbrıs’taki mücadelemizde ne diyoruz;
Bizim 1960 anlaşmalarından kaynaklanan muhteşem egemenlik hakkımız vardır. Altını çizerek belirtiyorum, muhteşem egemenlik hakkı. Yani “sovereign equality” dediğimiz o hakla biz Kıbrıs’taki devletimizi yaşatmak için bunun mücadelesini sonsuza kadar devam ettireceğimizi bir kez daha buradaki bu seçkin topluluğu da ifade etmek istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin saygıdeğer Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda Kıbrıs Türk halkına yönelik verdiği mücadele, 11 Eylül 2022 bireysellerde Kıbrıs Türk halkı üzerinde uygulanmakta olan ambargo ve izolasyonun bir zulüm niteliğinde, bunun asla kabul edilemeyeceğini, bu çağda ulusal toplumun kendi ilke ve prensipleriyle ters düştüğünü, ters düşmekte olduğunu ve dolayısıyla artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gerçeğinin tanınması gerektiğini, tanındığı takdirde Kıbrıs’ta iki taraf arasında, iki devlet arasında bir uzlaşmanın eşitlik temelinde ona vereceği ve bu eşitlik temelinde bir anlaşmanın istikrara katkıda bulunabileceği ve tabii ki Doğu Akdeniz’deki dengelerin, Doğu Akdeniz’de Lozan anlaşmasından daha sonra 1960 Kıbrıs kuruluş anlaşmasına kadar orada niyet edilen unsurlardan bir tanesi elbette Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar arasındaki diyalog ve eşitlik temelinde bir anlaşma ama aynı zamanda da Türk-Yunan dengesi.
Altını çizerek söylüyorum, Marmara Vakfı’nın düzenlediği bu toplantıda Lozan Antlaşması ve Kıbrıs kuruluş antlaşmaları, Türk-Yunan dengesi. Dolayısıyla uluslararası toplumlara sesleniyorum, Avrupa Birliği ve onların yandaşları ve destekçileri; Annan planı dediğimiz plan, uluslararası bir plan.
2004 yılında Kıbrıs Türkleri evet diyor, Kıbrıs Rumları hayır diyor ama mükafat onlara hayır diyenler tek taraflı olarak Avrupa Birliğine alınıyorlar. Bir devlet olarak Kıbrıs Türkleri dışarıda, Avrupa birliği içerisinde Kıbrıs Cumhuriyeti. Kıbrıs Cumhuriyeti nedir? Kıbrıs Rum Cumhuriyetidir çünkü 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan ve İngiltere garanti ülkeler maalesef 3 yıl bile sürmedi.
Kıbrıs Türkleri silah zoruyla devletin dışına ve Kıbrıs Cumhuriyeti anayasal değişiklikler ile Rumlara ait ve kendilerine göre bir helal havası olan Kıbrıs’ta elbette Yunanlılar egemen olacak Rumlarla birlikte Enosis yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması ve Annan planı sonrasında Avrupa Birliğine alındıklarında Yunanistan’ın başbakanı Kıbrıs’ta Lefkoşa’da işte başardık, zaten Avrupa birliği içerisinde hem Kıbrıs Cumhuriyeti hem Yunanistan dolaylı olarak enosistir. Dolaylı olarak Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleştirilmesidir.
Türkiye’ye anavatanımıza da bizlere de yapılan en büyük haksızlıktır. Uluslararası anlaşmalara rağmen bizleri bu şekilde dışlamak ve Türkiye Cumhuriyeti Doğu Akdeniz’de Kıbrıs üzerindeki hakkını, hukukunu görmezden gelerek Kıbrıs’ı bir Yunan adası ve Türkiye’yi de Avrupa Birliği’nin üyesi değildir diye Doğu Akdeniz’den dışlamak Kıbrıs’taki garantörlük haklarını görmezden gelerek ve bu şekilde teraziyi ve bütün dengeleri alt üst etmek bence kendilerine yakışan değil ama maalesef bunları yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Şu anda da bizim mücadelemize karşın Avrupa Birliği diyor ki siz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden vazgeçiniz. Kıbrıs Cumhuriyeti’ne öyle veya böyle bir anayasal değişiklikle oraya entegre olunuz ve bir bütün Avrupa birliği içerisinde Türkiyesiz, ana vatansız. Kıbrıs Türkü yüreğinde bunu bütün uluslararası toplumla paylaşmaktadır. Biz Türkiyesiz bir yere gitmeyiz. Bizim anavatanımız Türkiye Cumhuriyetidir.
Biz dost ülkelerimize ve kardeş ülkelerimize Türkiye Cumhuriyeti’nin elbette ilişkileri bağlamında da bizlere katkı ve yardımlarıyla var gücümüzle sesimizi duyurmaya çalışıyoruz.
Eğer Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta barışın sürmesini isterlerse Kıbrıs’ta iki ayrı halkın olduğunu, iki ayrı demokrasinin olduğunu, iki ayrı devletin olduğunu görmeleri gerekmektedir. Çünkü gerçek budur, 60 yıldır Kıbrıs’ta 2 ayrı devlet, 2 ayrı halk ve 2 ayrı demokrasi vardır.
Dolayısıyla bizlerin 11 Eylül 2022 yine Cumhurbaşkanımızın üstün gayretleriyle ve Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nunda çalışmaları ile bizlerin Türk devletler teşkilatına gözlemci statüsüyle üye olmamız bizim için önemli bir aşamaydı. İnşallah bütün bu gelişmeler hayırlara vesile olur. Kıbrıs Türküne yeni kapılar açılır, Kıbrıs türküne uygulanmakta olan ambargolar ve izolasyonlar yavaş yavaş kalkar çünkü bizimde kendi ekonomimizi geliştirmek, kendi insanlarımıza, kendi gençlerimize umutlu bir gelecek verebilmek ve ona göre refah, ona göre yaşam ve Dünya ile entegre olabilmek, ona göre gerçekten hak ettiğimiz çağdaş, evrensel birtakım standartları yakalamak en büyük temennimiz ve dileğimizdir.
Dolayısıyla bir kez daha bu toplantının ana felsefesi olan yani güçsüzün yanında, sesini duyuramayanın yanında, böyle bir toplantı tüm bunları ifade edebilmem için herhalde bazı mesajları içermektedir. Bazı mesajların doğru yere gitmesi için verilen bir fırsattır.
Kıbrıs Türkü adına hepinize teşekkür ediyorum. Bizim kurucu cumhurbaşkanımız Rauf Raif Denktaş’ın da zamanında söylediği gibi; asla biz egemenliğimizden, bağımsızlığımızdan ve devletimizden vazgeçmeyeceğiz. Dolayısıyla bunu bir kez daha Azeri kardeşime buradan yüreğimden sesleniyorum.
Sizlere teşekkür ediyorum çünkü kardeşleriniz olarak bizlerin yaşadıkları eminim ki sizleri de üzmüştür. Onun için bizlere sahip çıkmanız, bizlerin haykırışına, bizlerin verdiği mücadeleye saygı duymanız en büyük temennim ve dileğimdir. Çünkü benim halkım bunu hak etmektedir. Benim halkım bağımsız, özgür, hürriyetin içerisinde yaşamak ve dolayısıyla uluslararası toplumun çağdaş ve saygın bireyleri olarak bizlerin mücadelesine, sizlerin desteği o bakımdan çok önemlidir.
Sizlere bir kez daha hürmetle sesleniyorum. Sizlere saygılarımı sunuyorum. Akkan Suver’e ve tüm Marmara Vakfına teşekkürlerimi ifade etmek istiyorum. Konferansın hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum ve bir kez daha depremden dolayı hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet ve onların sevenleri, yakınları, aileleri ve milletimize de baş sağlığı diliyorum.
Çok teşekkür ediyorum.
______________________________________________________________________________________________________
Haydar Aliyev 100 Yaşında
Gene 26.Avrasya Ekonomi Zirvesi’nde, hür ve bağımsız Azerbaycan’ın varlığını dünyaya tescil ettiren, Türk Dünyasının birlik ve beraberlik temellerini atan, Kafkas coğrafyasına istikrar getiren ve de 1998 yılında Avrasya Ekonomi Zirveleri’nin oluşumunda pay sahiplerinden olan Azerbaycan’ın Milli Lideri Haydar Aliyev’in doğumunun yüzüncü yılı münsabetiyle tertiplenen özel bir oturumla anıldı. Oturumda Azerbaycan Enerji Bakanı Parviz Şahbazov, Prof. Dr. Nizami Caferov, Petru Lucinschi, Hikmet Çetin ve Asaf Hajiyev ayrı ayrı söz alarak Haydar Aliyev’i anlattı.
26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin ikinci gününde konuşmacılar arasında Avcılar Belediye Başkanı Turan Hançerli ve Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık da yer aldı. “Çevre-iklim ve yerel yönetimler” konulu bir konuşma gerçekleştiren BaşkanHançerli ve Başkan Çalık, yaşanan krizlere ve çözüm önerilerine de dikkat çekti.
“Enerji krizini aşmanın yolu kamusal yatırımlardan geçiyor”
Konuşmasında krizlerin ülkeler üzerindeki etkisinin geçmişten bugüne değiştiğini ifade eden Çalık, “Eskiden krizler gelirdi, ülkeler bununla bir şekilde baş eder ve eski haline dönerdi. Ama şimdi öyle değil. Ekonomik kriz, ekolojik kriz, refah devletinin krizi, demokrasi krizi, sınır krizleri bizimle birlikte. Türkiye bir yönüyle tüm bu krizlerin tam orta yerinde. Türkiye’de tamamen dışa bağımlı ve fosil yakıtlar temelli ilerleyen enerji süreçleri sürdürülemez bir noktaya gelmiştir. Alternatif ve yenilenebilir enerji kaynakları bu ülkenin temel yönelimi olmak zorundadır. Siyasallaşan enerji krizini aşmanın yolu kamusal yatırımlardan, piyasanın değil halkın ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş politikalardan geçiyor” şeklinde konuştu.
“Tarihimizdeki en büyük varoluşsal krize karşı iş birliği yapma zamanı”
İklim krizi ve çevre konularına da dikkat çeken Çalık, “Tüm kaynakları gelecek nesilleri düşünmeden kullanıyoruz. Kaynaklarımız sınırlı ve her şeyi tüketiyoruz. Doğanın çığlığını duymak zorundayız. İklim krizi ve çevre dünyamızın en önemli gündemi. Sadece bugün bizim için değil, gelecekte yaşayacak nesiller için de çok ama çok önemli. Yaşamın devam etmesi, çevreye karşı duyarlılıklarımıza bağlı. İklim krizi kapıda değil, çoktan evimize girdi. Durum çok acil ve derhal harekete geçilmesi gerekiyor. Şayet tüketim alışkanlıklarımızı azaltır, tekrar kullanır ve geri dönüşüme önem verirsek doğal kaynakların gelecek kuşaklara kalmasını sağlayabiliriz. Bu sorunu ancak tüm dünyanın, hükümetlerin iş birliği ile çözebiliriz. Ama önce kitlesel bir idrak şart. Doğanın bozduğumuz dengesini yeniden sağlamak için bu farkındalık çok önemli. Şimdi, tarihimizdeki en büyük varoluşsal krize karşı iş birliği yapma zamanı. Hızlı nüfus artışının bizim gibi ülkelerde ekonomik ve sosyal krizlere yol açtığını kavramak zorundayız. Bu ülkede bir ortak akıl çağını başlatmak zorundayız. Siyaset üstü bir yaklaşımla, merkezi yönetim ve yerel yönetim iş birliğiyle, yeni bir sistem kurmak zorundayız” ifadelerini kullandı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının, ancak birlikte işbirliği içerisinde araştırılması ve uluslararası pazarlara ulaştırılması halinde her iki tarafa da fayda sağlayacağını söyledi.
6 Şubat'taki Kahramanmaraş merkezli depremler nedeniyle aralarında KKTC’den gelen sporcuların da yer aldığı binlerce kişinin hayatını kaybetmesi, oluşan yıkım ve tahribat nedeniyle büyük üzüntü duyduklarını belirten Tatar, depremde yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Türk milletine başsağlığı dilediğinde bulundu.
Tatar, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) liderliğine yeni seçilen Nikos Hristodulidis ile 23 Şubat’ta yaptığı ilk görüşmede, Kıbrıs’ta olası bir deprem anında iki taraf arasında tecrübe paylaşımı ve ortak komite kurulması gibi konuları ele aldıklarını dile getirdi.
Kıbrıs’ta barışın sürmesi ve Doğu Akdeniz’deki istikrarın devamı için çaba gösterdiğine işaret eden Tatar, “Her ne kadar da bir anlaşmazlık, bir uzlaşma olmasa da her zaman iki yapının, iki tarafın, iki devletin işbirliğiyle Kıbrıs’taki refahın artırılabilmesi için, güvenli yaşam için, barışın sürmesi için ve Doğu Akdeniz’de; o kritik bölgede istikrarın devamı için her türlü diyalogdan, iletişimden yana bir siyaset ortaya koymaya devam ediyorum.” dedi.
Tatar, her ne kadar Kıbrıs’ta bir anlaşmazlık olsa da iki taraf arasında işbirliğinin savunucusu olduğunu dile getirerek, “Kıbrıs’ta bir anlaşmazlık vardır, Doğu Akdeniz’de bunun yansımaları vardır ama bizim bütün bunları iletişimle, diyalog halinde, sürekli olarak irtibatla, bunları dünya kamuoyuyla paylaşmak suretiyle, Kıbrıs’ın hem siyasetini hem ekonomisini, hem oradaki istikrara büyük katkımız olabileceği düşüncesiyle bu siyaseti bu şekilde yönlendirmeye çalışıyorum.” diye konuştu.
- Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları
Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları konusuna da değinen Tatar, “Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları, ancak birlikte işbirliği içerisinde araştırılması ve uluslararası pazarlara ulaştırılması halinde her iki tarafa da fayda sağlayacaktır." ifadesini kullandı.
Tatar, çatışma kültürüyle ve tek taraflı olarak "ben yaparım" anlayışıyla kimsenin başarılı olamayacağını söyledi.
1960’daki anlaşmalardan kaynaklanan müktesep egemenlik hakları olduğunu hatırlatan Tatar, bu hakla KKTC’yi yaşatma mücadelesini sonsuza kadar devam ettireceklerine vurguladı.
Tatar, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 Eylül 2022’de Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada, Kıbrıs Türk halkına uygulanan ambargo ve izolasyonun bir zulüm nitelediğinde ve asla kabul edilemeyeceğini, artık KKTC gerçeğinin tanınması gerektiğini, tanındığı takdirde Kıbrıs’ta iki taraf arasında bir uzlaşmanın eşitlik temelinde olabileceğini, bu eşitlik temelinde bir anlaşmanın istikrara katkıda bulanabileceğini dile getirdiğini anımsattı.
Kıbrıs’ta 2004’te “Annan Planı” olarak anılan plana Kıbrıslı Türklerin "evet", Kıbrıslı Rumların ise "hayır" oyu verdiğini hatırlatan Tatar, ancak hayır diyen GKRY’nin ödüllendirilerek tek taraflı olarak Avrupa Birliği’ne (AB) üye yapıldığını dile getirdi.
Tatar, “Bu anavatanımıza, bizlere (KKTC’ye) yapılan en büyük haksızlıktır. Uluslararası anlaşmalara rağmen bizleri bu şekilde dışlamak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs üzerindeki hakkını, hukukunu görmezden gelerek, Kıbrıs’ı bir Yunan adası ve Türkiye’yi 'AB’nin bir üyesi değildir' diye Doğu Akdeniz’den dışlamak, Kıbrıs’taki garantörlük haklarını görmezden gelerek ve bu şekilde teraziyi ve bütün dengeleri altüst etmek bence kendilerine yakışan değil ama maalesef bunları yaşadık ve bunları yaşamaya devam ediyoruz.” dedi.
- “Biz Türkiyesiz bir yere gitmeyiz"
AB’nin kendilerine KKTC’den vazgeçerek anayasal değişiklikle GKRY’ye entegre olmaları ve böylece Türkiye olmaksızın birliğe katılmaları yönünde öneriler sunduğunu söyleyen Tatar, “Biz Türkiyesiz bir yere gitmeyiz. Bizim Anavatanımız Türkiye Cumhuriyeti’dir. Anavatanımız Türkiye Cumhuriyeti’nin garantörlüğünde, Türk askerinin de orada barışın güvencesi olarak varlığı ile Kıbrıs’ta barışın ilanihaye sürmesi mümkündür.” ifadesini kullandı.
Tatar, 60 yıldır Kıbrıs’ta iki ayrı devlet olduğunun altını çizerek, “Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta barışın sürmesini isterlerse Kıbrıs’ta iki ayrı halkın olduğunu, iki ayrı demokrasinin olduğunu, iki ayrı devletin olduğunu, artık gerçekleri görmeleri gerekmektedir, çünkü gerçek budur.” dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üstün gayretleri ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da çalışmalarıyla KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci statüsüyle üye olduğunu dile getiren Tatar, bu adımın kendileri için önemli bir aşama olduğuna vurgu yaptı.
Tatar, KKTC’nin bağımsızlığından, egemenliğinden ve devletinden vazgeçemeyeceğinin altını çizdi.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Onur Madalyası
Cumhurbaşkanları Paneli öncesi 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Marmara Vakfı tarafından Onur Madalyası verildi. Onur madalyasını yine Onur madalya sahibi Eski Romanya Cumhurbaşkanı Dr. Emil Constantinescu takdı.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son konuşmacı olarak gerçekleri sergiledi
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Ülkelerimizi iyi yönetirsek, kurumları doğru, kurallarımızı doğru yaparsak ve yüksek standartları uygular ve uygulandığını kontrol edersek, gerektiğinde cezalar verirsek, felaketler ortaya çıktığında mücadele daha kolay hale gelir” ifadesini kullandı.
26. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin son gününde konuşan Gül, Kahramanmaraş merkezli depremlerde hayatını kaybedenler için taziyelerini iletti. Depremin etkilediği tüm şehirleri gezdiğini ve tarifi mümkün olmayan bir yıkımla karşılaştığını belirten Gül, şöyle devam etti:
“Ülkelerimizi hazırlıklı yapmamız gerektiğini görmüş olduk. Hem felaketler öncesinde hem de sonrasında önemli ama öncesi daha önemli çünkü yıkımla karşılaşmayalım. Bu acıyı minimize etmek için hazırlanmak gerekiyor. Şehirlerimizi düzgün yerlere ve binalarımızı iyi yapmak gibi şartlar gerekiyor. Ülkelerimizi iyi yönetirsek, kurumları doğru, kurallarımızı doğru yaparsak ve yüksek standartları uygular ve uygulandığını kontrol edersek, gerektiğinde cezalar verirsek, felaketler ortaya çıktığında mücadele daha kolay hale gelir.”
Gül, deprem sonrasında sivil toplum kuruluşlarının öneminin bir kez daha anlaşıldığına dikkati çekerek, Türk halkının dayanışmasının da dünyaya örnek olduğunu kaydetti.
Dünyanın birçok ülkesinden yardım için Türkiye’ye gelen ekiplere de teşekkür eden Gül, bu yardımların asla unutulmayacağını söyledi.
Rusya, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve siyasi yapısını hedef aldı
Rusya- Ukrayna savaşına da değinen Gül, “BM Güvenlik Konseyi üyesi Rusya, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve siyasi yapısını hedef almış oldu. Bu acı bir şey. Dünya barışını sağlamakla görevli ülkelerin sorumluluğu tabii ki daha çok. Bunlardan birisinin, savaşı tüm BM ilkelerini çiğneyerek başlatması en acı şey” diye konuştu.
Savaşın durması için yapılan mücadelelerin yeterli olamadığını, bu konuda daha çok çalışılması gerektiğini dile getiren Gül, şöyle devam etti: “Gıda meselesi çok büyük problemler yarattı. Türkiye, BM ile gıda koridorunu çalıştırmak konusunda çok büyük başarılar ve katkılar sağladı. Ama fiyatlar hiçbir zaman inmedi. Geçenlerde Alman Araştırma Enstitüsü, Rusya-Ukrayna savaşının dünyaya maliyetinin 1,6 trilyon dolar olduğunu söyledi. Bu miktar sağlığa, eğitime, başka şeylere harcansa ne olurdu, diye düşününce yine üzülmemiz gerekiyor.”
Savaşı durdurmak için herkesin elinden geleni yapması lazım
Savaşı durdurmak için tüm ülkelerin daha aktif rol alması gerektiğini vurgulayan Gül, sözlerini şöyle tamamladı: “Bu savaşı durdurmak için herkesin elinden geleni yapması lazım. Kim, hangi inisiyatifi alırsa onu desteklemek lazım. Zararın neresinden dönersek kârdır diye düşünmeliyiz. Bütün ülkeler eminim bu yönde çalışıyorlar. Türkiye de hükümetimiz de elinden geleni yapıyor.”
Zirve’nin açılışında konuşan TİM Başkanı Gültepe:
TİM ve İHKİB Başkanı Mustafa Gültepe’nin Zirve’nin açılışındaki konuşması aynen şöyledir:
“Saygıdeğer Cumhurbaşkanları,
Sayın Meclis Başkanları,
Sayın Başbakanlar,
Değerli Bakanlar,
Çok Kıymetli Misafirler,
Sizleri şahsım ve TİM Yönetim Kurulu adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Avrasya Ekonomi Zirvesi her yıl 40’ı aşkın ülkeden siyasi liderleri, diplomatları, akademisyenleri, inanç önderlerini, iş insanlarını bir araya getiriyor.
Küresel sorunlar mercek altına alınıyor, barışın, adaletin, huzurun egemen olduğu daha
yaşanabilir bir dünya için çözümler öneriliyor.
Zirvenin bugünlere gelmesinde en büyük pay kuşkusuz Akkan Suver’e ait.
Ben huzurlarınızda kendisini ve ekibini tebrik ediyorum.
26’ıncı zirvenin hazırlıkları devam ederken ülkemiz büyük bir deprem felaketi yaşadı.
Depremden 11 ilimizde yaklaşık 14 milyon insanımız etkilendi. Yıkım çok büyük. Çok fazla can kaybımız var. Yaramız ağır. Ama inanıyorum ki biz bu yarayı hep birlikte saracağız. Hep birlikte iyileşeceğiz.
Depremin ilk anından itibaren tüm ülke gibi ihracat ailemiz de seferber oldu.
TİM ve İhracatçı birlikleri olarak afetzedelere yardım için tüm imkânlarımızı seferber ettik.
Afetzedelerin geçici barınma sorununun çözümü konusunda üzerimize düşeni yapmaya çalıştık.
Konteyner ve prefabrik konut projesini hayata geçirdik.
Bölgedeki işletmelerimizde çalışanlarımızın barınabileceği alanlar oluşturduk.
Bu büyük afette sadece yurt içinde değil, uluslararası ölçekte de örnek bir dayanışma sergilendi.
Benzerine az rastlanan bu dayanışma için tüm ülkelere teşekkürü borç biliyorum.
Deprem bölgesindeki üretim tesislerimizde üretim geçici bir süre durdu.
Bu süreçte iş ortaklarımız bizimle büyük bir dayanışma gösterdiler.
Hem bağışlarıyla depremzedelerimizin yanında oldular, hem de üretimdeki geçici aksaklıklar konusunda anlayış gösterdiler.
Ben huzurlarınızda tüm iş ortaklarımıza şükranlarımı sunuyorum.
Uluslararası ölçekte gerçekleşen dayanışmanın bizim için anlamı çok büyük.
Avrasya Ekonomi Zirvesi de 26 yıldır işte bu ideali gerçekleştirmek için çalışıyor.
Zirve, her geçen gün daha da büyüyen bir ekosistemi inşa ediyor.
Bölgede bulunan ülkeleri, birbirine daha çok yakınlaştırarak; ortak aklı ve istişareyi öne çıkarıyor.
Saygıdeğer Cumhurbaşkanları,
Değerli Konuklar,
Türkiye, küresel ticaret ve tedarik zincirleri adına son derece önemli bir ülke.
2022’yi 254 milyar doların üzerinde ihracatla kapattık. 2023 yılı için 265 milyar dolarlık bir hedefimiz var. Depremin üretim bölgelerimize verdiği zararı, ne yazık ki geçtiğimiz ay ihracat rakamlarımızda hissettik.
Mart ayıyla beraber rakamlarımızda olumlu sinyaller var. En kısa sürede yaralarımızı sararak ihracatımızın yükseliş ivmesini sürdürmeyi hedefliyoruz. Avrasya bölgesinden ülkemize çok önemli yardımlar yapıldı. Karşılıklı ticaretin aksamaması, normale dönüş adına son derece önemliydi.
İnanıyorum ki önümüzdeki dönemde iş birliklerimiz artarak devam edecek.
Program yoğun, zamanımız kısıtlı. Dolayısıyla sözü daha fazla uzatmak istemiyorum.
Zirvenin ülkemize ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyor, hepinize saygılarımı sunuyorum.”
___________________________________________________________________________________________________
Dünden Bugüne Bizi Şereflendirenler
YOLUMUZA GURURLA DEVAM EDİYORUZ
Duayen: Ertuğrul Kumcuoğlu, Başkan: Akkan Suver
Yönetim Kurulu Üyeleri: Yüksel Çengel, Engin Köklüçınar, Cafer Okray, Sezgin Bilgiç, Lale Aytanç Nalbant, Turan Sarıgülle, Av. Serhat Tabanca, Ümran Köksüz
Akademik Konsey Başkanı: Prof. Dr. Uğur Özgöker
AB ve İnsan Hakları Platformu Başkanı: Müjgan Suver
Üyeler: Av. Murat Keçeciler, Mustafa Ergin, Rahmi Dilek, Oğuzhan Ceylan, Bilal Bilici,Mahmut Saklı, Av. Belgin Tanrıverdi, Nimet Ulubay, Av. Murad Ali,